İngiltere… Ya da adayla sınırlıymış gibi görülen Büyük Britanya…
Hükmettiği topraklar sebebiyle “üzerinde güneş batmayan imparatorluk” olarak anılan Britanya İmparatorluğu, 19. ve 20. yüzyıllarda dünya nüfusunun yaklaşık dörtte birine hükmediyordu. Hindistan’dan Kanada’ya, Avustralya’dan Afrika’nın içlerine dek uzanan bu devasa coğrafya, yalnızca siyasi egemenlik değil, ekonomik sömürünün de hüküm sürdüğü yerlerdi.
İngiltere’nin sanayi devrimiyle ivme kazanan gücü, büyük ölçüde sömürgelerden akan hammaddeye ve ucuz işgücüne dayanıyordu. Hindistan’dan pamuk ve baharat, Afrika’dan altın, elmas ve kauçuk, Karayipler’den şeker kamışı ve tütün; Britanya’nın limanlarına taşındı. Bu kaynaklar, İngiliz fabrikalarında işlenip tekrar sömürgelere satıldı. Böylece çift yönlü bir kazanç düzeni kuruldu İngiltere için. Hem hammadde elde edildi hem de pazar kontrolü sağlandı.
Ancak bu zenginliğin karşısında hükmettiği yerlerde derin bir yoksulluk ve yıkım vardı pek de gösterilmeyen…
Hükmettiği yerlerdeki yerli halklar, kendi topraklarında ikinci sınıf yurttaşlara dönüştürüldü. Eğitim ve hukuk sistemleri, İngilizlere hizmet edecek şekilde düzenlendi. Hindistan’da 1943’te yaşanan ve “Bengal Kıtlığı" diye adlandırılan kıtlık, milyonlarca insanın ölümüne sebep oldu ama İngilizler tahıl stoklarını kullanmaya devam ettiler. (Bunları ben söylemiyorum, internette herkesin erişebileceği kaynaklar söylüyor.)
1947'de Hindistan'ın bağımsızlığı, 1950 ve 1980'lerde Afrika'daki çözülmeler ve 1997'de Hong Kong'un devriyle Britanya İmparatorluğu'nun sona erdiği düşünülse de sömürgeciliğin post modern anlayışla ve kılık-isim değiştirerek devam ettiği ortada...
Britanya artık doğrudan toprak yönetmiyor, ancak İngiliz Milletler Topluluğu (Commonwealth) çatısı altında eski resmî sömürgeleriyle kültürel, ekonomik ve siyasi bağlarını sürdürüyor.
Bugün hâlâ 14 bölge (mesela Bermuda, Cebelitarık, Falkland Adaları) "Britanya Denizaşırı Toprakları" statüsünde İngiltere’ye bağlı.
Ayrıca İngiltere, bankacılık, hukuk ve eğitim alanlarında hâlâ eski sömürgelerinde güçlü bir etkiye sahip. Pek çok ülkenin resmi dili İngilizce, hukuk sistemi İngiliz çıkarlarına hizmet etme modeline dayanıyor ve ekonomik ilişkiler hâlâ asimetrik.
Bu bilgileri neden verdim? Oraya geleceğim ama önce sana kısa zaman önce seyrettiğim bir filmden söz etmek istiyorum değerli okurum.
Senaryosu Paul Laverty tarafından yazılan, yönetmenliğini Ken Loach’ın yaptığı, 2016 yılında vizyona girmiş güncel sayılabilecek bir film “Ben, Daniel Blake…”
Ayrıca “2016 Cannes Film Festivali – Altın Palmiye, BAFTA – En İyi İngiliz Filmi, Avrupa Film Ödülleri – Halkın Seçimi, En İyi Yönetmen” gibi ödülleri de var ki ben halkın seçimini kıymetli buluyorum.
"Ben, Daniel Blake", İngiltere’nin Newcastle şehrinde yaşayan 59 yaşındaki bir marangozun, kalp krizi geçirdikten sonra iş göremez raporu almasıyla başlayan bir sosyal güvenlik mücadelesini anlatır.
Daniel, doktorların çalışamayacak durumda olduğuna ilişkin raporlarına rağmen, işsizlik maaşı alabilmesi için aktif iş aradığını kanıtlamak zorundadır. Bürokratik sistemin acımasız labirentlerinde sıkışıp kalır. Bir yandan iş aramakta zorlanırken, diğer yandan devletin sosyal destek sistemindeki insani eksikliklerle baş etmeye çalışır.
Bu süreçte, genç bir anne olan Katie ve onun iki çocuğuyla tanışır. Onlar da hakkını alamayan farklı bir sosyal güvenlik sistemi kurbanıdır. Daniel ile Katie'nin yolları, dayanışma ve insanlık temelinde kesişir. Film, emperyal devletin soğuk duvarları ardındaki yoksulluk, çaresizlik ve direnme hikâyesini anlatır.
Filmi seyredecek olanlar için daha fazla bir şey yazmak istemiyorum. Ama ana karakter Daniel Blake’in şu sözlerinin beni fazlasıyla etkilediğini söylemeden geçemeyeceğim.
“Ben bir müşteri, bir alıcı veya hizmet kullanıcısı değilim. Ben kaytarıcı, bedavacı-beleşçi, dilenci ya da hırsız değilim. Sosyal Güvenlik Numarası ekranda yanıp sönen bir görüntü de değilim. Faturalarımı, vergilerimi zamanında ve son kuruşuna dek ödedim; bununla da gurur duyuyorum. Kimseye boyun eğmem ama elimden gelirse komşumun gözünün içine bakar ve ona yardım ederim. Sadaka istemiyorum ve kabul de etmiyorum. Benim adım Daniel Blake. Ben bir insanım, bir köpek değilim. Bu sıfatla haklarımı talep ediyorum. Bana saygı duyarak yaklaşmanızı talep ediyorum. Ben, Daniel Blake, bir vatandaşım. Ne bir eksik ne bir fazla…”
Dünyayı sömüren, hatta karıştıran, dünya hakimiyetini bugün farklı şekillerde sürdüren, sömürdüğü kaynakları nerede kullandığı meçhul, emperyal bir asalak olmasına karşın sosyal sistemi yerlerde sürünen bu “imparator devletin” başta yoksun ve yoksullar olmak üzere vatandaşıyla ilişkisi bu değerli okurum…
“Laik, üniter, sosyal, yurttaşları eşit, ulus devlet olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti’ne kastedenler neyi hedefliyor?”
Galiba öne çıkan soru bu yaşadığımız şu günlerde, ne dersin?
Haftanın Notu:
Baktırılmaya çalışılan cambazların çoğaltılması, kralın çıplak olduğu gerçeğini örtemez.