Uzun boylu, kıvırcık saçlı delikanlı, diskonun terasına geçmiş, kız arkadaşıyla birlikte kulakları sağır eden müzik eşliğinde danslarına orada devam ediyorlardı. Sevgililer bardaklarından birer yudum içki aldılar. Saim, cebindeki yabancı sigara paketini çıkardı. Paketi sevgilisine uzattı. Adı gibi güleç yüzlü olan Güler, ince parmaklarıyla çabuk çabuk bir sigara aldı Saim, elindeki bardağı, yanlarındaki boyası dökülmüş sehpaya bıraktı. Kız arkadaşının sigarasını yaktı. Kendisi de bir sigara yaktı. Sigarasını yakar yakmaz; az önce pistte, neşeyle, anlatılmaz güzellikte figürler sergileyerek dans etmekte olan delikanlının coşkusu adeta bıçakla kesilmiş gibi yok oldu. Kısa saçlı kız, kendisi gibi makine mühendisliği son sınıfta okumakta olan erkek arkadaşı Saim’i ona belli etmeden süzüyordu. Delikanlı içkisinden bir yudum daha aldı. Hiç de dostane olmayan gecenin ürküten karanlığına daldı. Berbat bir hava vardı. Haziranın ortalarında olmalarına rağmen, adeta mahveden bir kış havası vardı. Güler, erkek arkadaşının o an neler düşündüğünü biliyordu. Annesi hastaydı. Çok hastaydı. Doktorun söylediğine göre ölümcül hastalığı son safhasına ulaşmıştı. Doktoru birkaç ay yaşar yaşamaz diyordu. Güler, Saim’i hem çok seviyor; hem de ona çok kızıyordu. Zira genç kız; azıcık emekli maaşıyla ve el işleri yapıp onları zor zahmet satarak; oğlunu, ona hiç sıkıntı çektirmeden okutan anneciğinin yanına gitmesi için Saim’i bir türlü ikna edemiyordu. Vurdumduymazdı. Derslere adet yerini bulsun diye giriyor; sınıfı geçecek kadar notlar alıyor; vur patlasın çal oynasın diyerek hayatını sürdürüyordu. Yalnızca zaman zaman zavallı kadının durumu aklına geliyordu. Böyle zamanlarda, şimdi olduğu gibi delikanlı durgunlaşıyor; vicdanının yakan sesine kulak veriyordu. Lakin bu, çok uzun sürmüyor ve bir süre sonra hayatına kaldığı yerden devam ediyordu. Ayda yılda bir telefon ediyordu. En son telefon ettiğinden bu yana neredeyse iki ay geçmişti. Güler, iyi bir kızdı. Sık sık Saim’e, iki saat uzaklıkta bulunan annesini beraber ziyaret etmeyi öneriyor; çoğu zaman da bunda ısrar ediyordu. Ediyordu etmesine ama, vefasız oğul; ne zaman Güler böyle söylese, “Onu hasta görmeye dayanamıyorum” diyerek işin içinden sıyrılıveriyordu. Yakın zamanlarda genç kız; Saim’in annesi Melike Hanım’ı telefonla aramıştı. Hastalığı hızla ilerleyen kadın, kendisiyle zar zor konuşmuştu. Oğlunu çok özlediğini; niye kendisini aramadığını sorup durmuştu. Genç kız, bunun ardından çaresiz kadının belli belirsiz ağlayışını duymuştu.. Sonrasında da, kadıncağız; akciğerine sirayet eden kanserin etkisiyle öksürük krizine girmiş ve sözünü tamamlayamamıştı. Genç kız, o an kendinden geçmiş; hışımla soluğu kantinde siftinmekte olan Saim’in yanında almış ve onu fena halde benzetmişti…

Haziranda zemheri soğuğu anlaşılır bir durum değildi. Lakin öyleydi. Zemheri soğuğu adeta anneciğinin çektiği dayanılmaz acılara kulaklarını tıkayan delikanlıya karşı öfkesini kusuyordu. Gökyüzü çatırdadı; insanoğlunun vefasızlığını gün gibi gözler önüne serercesine ardı arkasına şimşekler çaktı. Ardından bardaktan boşanır gibi yağmur indirmeye başladı. Genç kız, şefkatle sevgilisinin yanına yaklaştı. Elini omuzuna koydu. Şöyle dedi:

-Saim, gel inat etme; yarın ilk otobüsle gidelim ve anneciğini görelim…

Kahreden şimşeğin etkisiyle, az önceki düşüncelerinden uzaklaşan Saim; umursamaz bir tavırla acı çeken genç kıza cevap verdi:

-Yarın, bizim Semih’in doğum günü var. En yakın arkadaşımın doğum gününde olmam lazım. Sonra bakarız…

Vicdansız delikanlının bu cevabı üzerine, kasıp kavuran bir rüzgâr çıktı. Belki de rüzgâr değildi. Afattı. Hiç durmaksızın, Saim’in yüzüne yüzüne vuruyordu. Vurmuyor tükürüyordu. Güler, o gece, çok sevmesine rağmen Saim’i terk etmek için bir an bile duraklamadı…

Bir yandan hastalığıyla, bir yandan da sütünü verdiği, okuttuğu oğlunun kalpsizliğiyle boğuşmakta olan kederli kadın, bu acıya daha fazla dayanamadı. Komşular, Melike Hanım’ın ölmek üzereyken, dermansız sesiyle şu sözleri mırıldandığını söyleyeceklerdi:

-Ben yavruma kırgın değilim. Hakkım ona helal olsun Onu çok se…

Her anne gibi ışıltılı Melike Anne, son sözünü tamamlayamamıştı…

Melike Hanım’ın toprağa verilmesine yakın, Saim, mezarlığın girişindeki görüldü. Nadim olmuştu. Yüreği yanıyordu. Beti benzi atmış, yüzü kireç gibi bembeyaz olmuştu. Utanıyordu. Öyle çok utanıyordu ki insanların yanlarına yaklaşamıyordu. Komşular-akrabalar onu gördüler. Kimi kızgın bir şekilde ona bakarken, kimi de gözlerinden gelen yaşlar eşliğinde Saim’e acıyarak bakıyordu. Kapı komşuları Raif Bey, yavaşça kalabalığın arasından ayrıldı. Olduğu yerde kala kalan delikanlının yanına yaklaştı. Şefkatle yüzüne baktı. Delikanlı, beyaz saçlı yaşlı adamın yüzüne bakamadı. Raif Bey, onun koluna girdi. Saim’i kalabalığın yanına getirdi. Pek çoğu ona çok kızgın olmasına rağmen, gene de; “Başın Sağolsun” dedi. Bunun üzerine Saim, başını yerden kaldırmaya muvaffak olabildi. Hemen karşısında Güler vardı. Genç kız, göz pınarlarından boşanmakta olan yaşları tülbendiyle silmeye çalışıyordu. Saim’in başı tekrar yere düştü. O an gözünün önüne; henüz bir ilkokul öğrencisiyken; bir gün işten sinirli bir şekilde gelen babasının kendisini kemerle döverken; yüzünde hiç eksik olmayan anlatılmaz şefkatiyle, anneciğinin kendisini kemer darbelerinin önüne atması geldi. Öyle ki; babası hırsını alamamış annesine de vurmuştu. Anneciğinin kaşı yarılmıştı. Yarılmıştı ama yavrusunu da korumuştu…

Saim’in yüreği daraldı. Fedakar anneciğini kara toprağa vermekten başka hiçbir şey yapamıyor olmanın mahveden, yok eden, azabını duydu. Aslında o da Melike Hanım’ı çok severdi. Ama vefasızdı. Şimdi bu vefasızlık ete-kemiğe bürünmüştü. Karanlıktı, zifiri karanlıktı. Karanlık, bir heyula gibi yükseliyor; anneciğini son günlerinde ölmekten beter eden ve yüzü o an bir insan yüzünden daha çok lanetli bir yaratığa benzeyen Saim’in kalbini söküp söküp çıkarıyordu. Saim’in gözleri büyüyor; gözbebekleri adeta yayından fırlayan bir ok misali yerlerinden fırlayacak gibi oluyordu. Hiç kimse o anda, sözcüklerle ifade edilemeyen bir; “hesaplaşma”nın yaşandığını anlayamadı. Saim’in bu halini kederine verdiler. Aniden çivi gibi inen yağmur damlaları görüldü. Yağmur damlaları değillerdi onlar aslında. Yumruktular. Birbiri ardına Saim’in yüzüne vuruyorlardı…

Meliha Anne’yi toprağa vermeye başladılar. Işıltılı annenin kefeninin altında gülümsediği dudaklarından belli oluyordu. Onun cansız bedeni toprağa dokunduğu anda, uzun süredir öfkeyle indiren yağmur bir anda yitip gitti. Acı veren bir hastalık gibi gökyüzünü esir alan grinin her tonu, yerini maviyle yeşilin en muhteşem tonlarıyla harmanlanmış bir renge bıraktı. Bu renk daha önce evrende hiç kimsenin görmediği, göremediği bir renk olmalıydı. İnsanlar o anda yaşadıkları karşısında şaşkına dönmüşler, adeta büyülenmiş bakışlarıyla birbirlerinin gözlerinin içine bakıyorlardı. Lakin az sonra yaşayacaklarının yanında bunların ne kadar az olduğunu bilmeleri mümkün değildi…

Gökyüzü usta bir ressamın fırça darbelerinden çıkan bir tabloya dönüşmeye başladı. Önce, güneş kuruldu tablonun en yukarısına. Güneş hiç bu kadar güzel olmamıştı. Gülüyordu. Sonra ağaçlar şekillendi. Ağaçların dallarını binlerce, yüzbinlerce çiçek bastı. Her birinin rengi de başkaydı. Bambaşkaydı. Hafif bir rüzgar çıkıverdi ansızın. Çiçekler mutlulukla bir o yana bir bu yana hareket etmeye başladılar. Bir ırmak belirdi. Anlatılır gibi değildi. Masmaviydi. Rengarenk kuşlar geliverdiler Ya da insanlar onları kuş sanmışlardı.. On kadar çiçek; gülen gözleri eşliğinde, adeta büyülenmiş olan insanların bakışları arasında Melike Annenin cansız bedenine doğru süzüldü. Dört tanesi minicik elleriyle Anneyi zarif bir şekilde yattığı yerden kaldırdı. Bir tanesi, Onun kır saçını okşadı. Bir tanesi yanağını sevdi. İki tanesi de Melike Annenin ellerini kokladı. Güneş en muhteşem ışınlarından oluşan ışınlarını Melike Anne’ye gönderdi. Güler, göz yaşlarını tutamadı, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Gözyaşları, nehir oldu, umman oldu. Ağaçlardaki çiçekler sevinçten çılgına döndüler. Ne yapacaklarını ne edeceklerini bilemediler. Mutlulukla birbirlerine sarıldılar…

Çiçekler Melike Anneyi zarif elleriyle gökyüzüne taşırlarken; parıltılı annenin göz kapakları hafifçe kıpırdadı. Kısa bir süre sonra gözlerini açtı. Herkes, Onun gözlerinde cenneti gördü, Anne, sevgi ve şefkat dolu bakışlarını; kendisini sevdayla izlemekte olan Saim’e çevirdi. Ana-oğul göz- göze geldiler. Melike Annenin şöyle dediği işitildi:

-Güzel oğlum, seni her zaman çok sevdim. Hakkım sana helal olsun. Yalnız; yanındaki, seni çok seven bu kızı hep çok sev ve onu hiç üzme. Aksi takdirde; işte o zaman sana hakkımı hiç helal etmem.

Melike Anne, son sözünü söyler söylemez daha da yükseldi. Ağaçlardan birine doğru yöneldi. O da ağaçlardaki güzeller güzeli çiçeklerden biri oldu. Tıpkı ağaçtaki her biri çiçek olan diğer anneler gibi…

Saim, yere çöktü, mutlulukla acı arasında gidip geliyordu. Genç kız, Saim’in yanına yaklaştı. Elini onun omuzuna koydu…

O günden sonra Saim, sık sık aynı rüyayı gördü: Okulunda derslere girmemişti. İlk otobüsle Melike Hanım’ı görmeye geliyordu. Yola çıktığında güzel, çok güzel bir hava vardı. Lakin otobüs garaja geldiğinde hava bozmaya başlıyordu. Delikanlı eve yaklaştıkça hava daha da kötüleşiyordu. Anneciğine kavuşmayı; Onun mis gibi anne kokusunu ciğerlerine çekmeyi o kadar çok istiyordu ki; neredeyse uçarak eve doğru ilerliyordu. Mahalleye ulaştığında, kalbi yerinden fırlayacak gibiydi. Lakin eve yaklaştıkça hiç anlayamadığı bir şekilde heyecanının yerini yakan bir endişe almaya başlıyordu. Evlerinin bulunduğu sokağa ulaşmak neredeyse bir asır sürmüştü. Evlerini gördü. Yeşil boyalı, güzel evlerini. İçine küçücük bir umut ışığı doğdu. Onu kaybetmemek için çırpınıyordu. Evleriyle arasında birkaç metre kalmıştı. Ancak, Saim eve doğru adım attıkça; önce evin o güzelim yeşil rengi, mahveden bir koyu griye döndü. Sonra, bu gri renk de yağmura karıştı. Ev yavaş yavaş yıkılmaya başladı. Evden geriye kahreden bir enkazdan başka bir şey kalmamıştı…

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.