Eylül 1783 Payitaht…

Zamanın, ölüm döşeğinde bin bir acıyla kıvranan bir ihtiyara benzediği o sonbaharda, aylar önce rüzgârın koynunda İstanbul’a ulaşan kara haber, ahalide daha önce eşine rastlanmamış bir infiale yol açmıştı. Cana yakın göze ırak bir ülkede öyle bir olay vuku bulmuştu ki 'küçük kıyamet' diye ilan edildi. Taşı eriten, ateşi söndüren, suyu donduran haber, defalarca zelzelelerle yangınlarla yerle bir olan Payitaht’ı daha beter harap etti. Bu kez sarayların, köşklerin, konakların, dergahların, tek bir taşına zeval gelmedi ama gönüller viran oldu. Kanları donan ahali önce duyduklarına inanamadı "bu ne cüret" diyenler oldu. “Doğruysa tez elden harp ilan edilsin’’ diyenler de..Haberi alan cümle âdem bir süre konuşamadı, sanki dilde saklı kalırsa olmamış sayılacaktı. Ama tarihin zehirli kalemi çoktan sayfalarına not etmişti. 

"Çarlık Rusya’sı Kırım’ı ilhak etti.." 

"Kader" diyenler oldu, "Dünya’da her başlangıcın bir sonu olur" diyenler oldu, Allah "Gâvur Han Şahin Giray’ı cezalandırdı" diyenler oldu. Neticede kuzeyin cennet ülkesi Kırım kafirin kanlı mührüyle derdest edildi.

Genç sufi Galata Mevlevihanesi'nin avlusundaki dedelerin defnedildiği türbeye çökmüş dua ediyordu. Geniş omuzlu, boylu poslu bu yiğit yüzünü yıkayan yağmurdan güç alarak boncuk boncuk gözyaşını döküyordu.. Toprağa hazan düşmüş, kehribar rengi çekik gözleri ateş kızılına dönüşmüştü. 8 yıl önce Kırım Akmescit’ten tüm akrabalarını arkada bırakıp annesi, babası ve diğer on aile ile birlikte göç yollarına düşmüş, bu zorlu kaçışta Anadolu’ya varamadan bir dağ eteğine babasını, Tokat Zeyli'de de (Zile) annesini gömmüş, birlikte yolculuk ettikleri Naci Bey aracılığıyla Galata Mevlevi tekkesine sığınmıştı. 

"Hâdi can ne yapıyorsun rahmetin altında her yanın ıslanmış’’

Genç adam Meydancı dedenin sesiyle sıçrayıp ayağa kalktı.

"Can gözyaşını yağmura sarmışsın ama bilirim, kanını içine akıtırsın..”

Bir hâl zuhurunda, müridin bunu dışarı sezdirmemesi ve normal davranıştan uzaklaşmaması gerekiyordu. Ehli sûfi her şeyin Allah'tan geldiğini bilir hayırda da şerde de bir hikmet arardı. Meydancı dede "kanını içine akıtırsın" diyerek onu üstü kapalı uyarıyordu. Hâdi iki yıldır bu engin yürekli mübarek adamın yanında hizmet ediyordu dergâha. Meydancı dede duyduğu sesle Hâdi’yi orada bırakıp kapıya yöneldi. Mevlevihane’nin avlusu arabayı çeken atların nal sesleriyle inledi. Çok hızlı koşuyor olmalılardı. Bir zaman sonra tekkenin kapısında dört tane cins atın çektiği bir araba durdu. Heybetli, birbirinden değerli atlar biraz daha yol gitseler çatlayacaklarmış gibi görünüyorlardı. Arabadan siyah kalpaklı bir adam indi ve tekkeye doğru ilerledi. Sanki ayağının altındaki toprağa basmıyor adeta eziyordu. Yüzündeki ifade havanın yağmur başlamadan önceki karanlığı ve kasvetiyle aynıydı. Orta boylu olmasına rağmen çok heybetli bir hali vardı. Sanki beg olmak için doğmuştu. Gök gürültüsünden farksız olmayan sesiyle Postnişin (Şeyh) hazretlerini görmek istediğinin emretti. Meydancı dede yakından bakınca bu kişiyi hemen tanıdı. Beg Giray hanedanındandı. Önemli bir haber getirmiş olmalıydı, belki de bir nebze huzur bulmak içindi bu ziyaret.

Gün batarken tekkenin şeyhi Selim dede Hadi’yi huzuruna istedi. Nurlu yüzünde şems parıltıları saçan gözlerini Hadi’nin gözlerine çivileyip, efsunlu sesiyle konuşmaya başladı. Bu sözleri çocuğun kulaklarından değil gözlerinin içinden kalbine nakşediyordu sanki. 

-Hâdi can, Hazreti Mevlâna Efendimiz şöyle buyurmuştur: "Yetmiş iki millet sırrını bizden dinler. Biz ney gibiyiz, iki yüz mezhep ehli ile bir perdede konuşuruz. Dergâhımız, her dönem insanların sığınağı olacaktır.’’ Oğul eğer ki yazgın seni ırak diyarlardan alıp bu kapıya nasip ettiyse bunda bir hikmet ara. Som altın ayarında olan kalbini isyanla doldurmuşsun. "Kuzgun, bağda kuzgunca bağırır. Ama bülbül, kuzgun bağırıyor diye güzelim sesini keser mi hiç?" Bugün Kırım’dan haberler aldım. Bu gamlı hadiselerin ateşi yüreğine düşmüş olmalı ki sabah gözyaşını katık etmişsin aşına, Tez tövbe et. Öfkeni, kederini, nefsini, Cümle Kapısı’nda soyundun.” Dedi, Hâdi huzurdan ayrıldıktan sonra Şeyh Efendi meydancı dedeyi çağırıp "yatsı namazından sonra aşure ikramı yapınız, sonra sufiler semahaneye geçsinler” diye buyurdu.

Selim Dede kandillerin aydınlattığı semahaneye ağır adımlarla girdi; postu ve dervişleri selamlayarak makamına oturdu. Gözleri yerde olan semazenler de yerlerini aldılar. Selim Dede bir süre sustu. Sonra başını kaldırıp uzunca Hâdi’ye baktı ve usulca “Kerbela” dedi.  
-Canlar… Yanmayan nefs terbiye olur mu hiç? Varıp beni iyi dinleyin. Dünyanın var oluşundan bugüne öyle bir zaman var ki ne dil anlatmaya yeter ne göz ağlamaya... Muharrem ayının 10. günü Ehl-i Beyt soyu artık susuzluktan kavrulmuş, ciğerleri kor alev olmuştu. Fırat’a su almaya giden yiğitlere Yezit’in askerleri tarafından küfürler ediliyor, gençler aşağılanarak tek damla su almalarına müsaade edilmiyordu. Çadırlardan Arş-ı Alem'e su isteyen çocukların feryatları yükseliyordu. Bir gece önce İmam Hüseyin’in oğulları, yeğenleri ve kardeşleri yatsı namazını kılmak için saf tuttular. Hüseyin tekbir almadan önce arkasına baktığında, önceki günlerde safta yer alan küfe ordusundan birkaç kişi bu sefer yoktu. Hüseyin o an anladı, Allah Yezit’in ordusuna ve halka son bir şans vermişti. Fakat onlar doğrunun değil, gücün, iktidarın ve zalimin yanında yer alarak kıyamete kadar kendilerini lanetlemişlerdi.”

Postnişin Hazretlerinin yüzü yay gibi gerildi, derin bir nefes aldı “hu” diyerek devam etti.
-İmam Hüseyin gece sabaha kavuşurken bacısı Zeyneb’i çağırdı. Zeyneb annesi Fatıma’dan aldığı vakur duruşu ve hüzünle kaplanmış gözleriyle abisine baktı. Hüseyin onu yanına oturttu. 'Bugünden sonra sana çok iş düşüyor bacım. Ey Haydar’ın kızı, Eyy! Emanetçi Zeyneb’im!.. Soyumuz artık senin himayendedir.' Zeyneb, acıdan öleceğini düşündü, dilinden şu sözler döküldü. 'Dünyanın tüm dertleri omuzuma bindi abim. Can Hüseyin’im... Anladım bu kara günde zalim benim bütün parmaklarımı kesecek. Hangi birinize yanayım? Ateş oldum köz olmam gayri vah Hüseynim vah!..' Zeyneb çadırın kapısından fırtınaya tutulmuş bir sal misali yalpalayarak çıktı. Kapıda Hasan’ın oğlu Abdullah‘ı gördü. Abdullah 'Halam neyin var?' dedi. Zeyneb Abdullah’ın pürüzsüz yüzünü okşadı, gözünden 2 damla yaş aktı. Bir şey demedi çadırına yürüdü. Çadırının önünde baba bir kardeşi, Celal Abbas meraklı gözlerle 'Zeyneb ablam, abim seni çağırmış ne dedi sana? Bu kederli halinin sebebi nedir?' diye sordu, o an Zeynep Celal Abbas’ı yüzünü kefenle sarılı gördü.'Ah!..' diye inledi, başını kardeşinin göğsüne yasladı, hıçkıra hıçkıra ağladı. Tanyeri ağarmadan kıyam başladı. Ehl-i Beyt düğün günleri bildiler o günü.. Vurulup düşerken Allah'a kavuşmanın huzuru ve kıyamete kadar her mazlumun tutar dalı olmanın haklı gururu vardı şehit yüzlerinde. O toz dumanın içinde Zeynep, oğulları Muhammet ve Avn'ın naaşlarını gördü. Yanlarına koşarken bir an yüreği sıkıştı, başını çevirdiğinde gördüğü manzara dudaklarından 'Allahhh!..' nidasıyla arş-ı aleme ulaştı. 'Düştü Hüseyin atından sahrâ-yı Kerbelâ'ya. Cibrîl var haber ver sultân-ı enbiyaya' Başını kesmişlerdi Hüseyin’in..

Selim Dede yine sustu. Yağmur avluyu döverken köpekler bir ağızdan uluyorlardı. Bir vakit dışarıyı dinledi, aynı anda dua okuyordu ve devam etti;

-Hüseyin’imin başı yerdeydi. İşte o vakit… kâinat durdu, ummanda yüzen balık durdu, kozasından çıkan kelebek durdu, toprağı yiyen yılan durdu. Salâlarını kâinata rüzgâr, kurtlar, kuşlar, taşlar duyurdular. Şanlı isimleri say say bitmedi. Söyleyen utandı, dinleyen utandı, ağlayan utandı, gidenin cesaretinden kalanın esareti utandı.

Kerbela dile geldi Hakk'a yakardı;
-Ya Rab… Beni bir umman olarak yarattın, suyumda rengarenk balıklarım vardı. Sonra Kûn Fe Yekûn (Ol der ve olur) dedin suyumu aldın. Üzerinde bir ot bitmez çöl yaptın beni. O zamandan beri her zerremde günahımı aradım. İşte şimdi biliyorum ummanken neden çöle döndüğümü, meğer bu utancın şahidi olacakmışım. Masumiyetin kanıyla sulanacakmışım. Ummanlığımdan bir damla suyu susuz dudaklara veremeyecekmişim. O zalimi ve ordusunu yarılıp içime alamayacakmışım. Bundanmış çöl oluşum. Lakin bu günahın karşılığı çöl olmakla bitmez. Ya Hak, dilerim senden İsrafil sur düdüğünü üfleyene kadar her mazlumun dilinde kahrolsun ismim.

Su dile geldi;
-
Yarab… “Ol” dedin İbrahim’in ateşini söndürdüm, Yusuf’un kuyusunda kurudum, Yunus’un balığını koynumda yüzdürdüm Musa’nın asasında ikiye bölündüm. Ne acıdır ki Hz Muhammed'in mazlum soyunun kurumuş dudaklarında bir damla olamadım. Nurum söndü, karayım kapkarayım artık, çağlayarak akamam bu ihanet toprağına. Ya Allah dilerim senden çölün altına bir ağacın kökü gibi yayılan damarlarımı zifire bula. Öyle ki, bu paraya ve iktidara tapanlara kıyamete kadar bu zifir hem para olsun hem de bela!

Aşure dile geldi;
-Ya Rab… “Ol” dedin, tufanda Hz. Nuh’un gemisinin ambarında kalan bir avuç nimetle var oldum. Ağızlara tat oldum. İsmimi mübarek kıldılar. Bereketi, sevgiyi, ikramı temsil ettim. Ta ki Kerbela’ya kadar... O vakitten sonra dünyanın tatlı yanı kalmadı. Beni pişirmek isteyen kazanına biraz nohut, biraz fasulye, incir, üzüm, bolca gözyaşı koysun. Kâinatın tüm masumiyeti Kerbela'da ki bu zulümle dünyayı terk etti. Allah’ın nurundan bize kalan bir hardal tohumu zerreciği...

Pirler dile geldi;
- Mazlum kimdir bilir misiniz? Kerbela’da şehittir. Katıksız inancın neferidir. Her asrın yeni Yezit’i için menzilini yine Küfe bilen zalime direnen, sürülen, yakılan, asılan ama iktidara inancını satmayan ‘’hu’’ nefesidir. Mazlum biat etmeyip çölde yanmış. Susuz dudaklarıyla kâinatın yezitlerinin alnına kara lekeyi çalmış, insanlığa son sözlerini söyleyip kana kana şehadeti içen canlarıyla İslam’ın hikmetidir. Hz. Muhammed Mustafa’nın hem zahiri hem batini nurlu soyudur. Şah-ı Merdan Haydar-ı Aliyyel Murtaza’nın yenilmez kılıcı, Fâtıma-tüz-Zehrâ’nın vakur hüznüdür..

Selim Dede dayanamadı.. Bağırarak, "Medet yâ sahib el imdât, Medet yâ sahib el meydân, Medet yâ sahib el Kur’ân, Medet yâ tabîb el kulûb!..’’ dedi ve sustu. Sonra Kudümzenbaşı kudüme vurmaya başladı. Semazenler hırkalarını arka arkaya bırakıp, ellerini omuzlarında çapraz bağlayıp sema dönmeye başladılar.

Hâdi’nin dönen yüzünü huzur kaplamıştı. Her şeyin Allah’tan geldiği bilincine erenler gibi. Vatan acısıyla yanan ve kanını içine akıtan o yüreğini, döne döne “hu” nefesine bıraktı..
 

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.
Avatar
Ferhan 5 yıl önce

uzun zamandır sizi merak ediyorduk. Yine harika bir anlatım ve bilgi.. Alıp götürüyor insanı. teşekkürler.

Misafir Avatar
Aslıhan Tibet Ceylan 5 yıl önce @Ferhan

Çok teşekkür ederim. Onur duydum.

Beğenmedim! (0)
Avatar
Haydar Koç 5 yıl önce

Her yer KERBELA! Her yer AŞURA!

Avatar
Gülsüm Kababel 5 yıl önce

Aslım, ifadeler ne kadar özgün ne kadar içten .gonlugunun tetigini çekip yüreğimi atesledin be dostum....Sen yaz dostum ..yoruluncaya, bikincaya ...kadar ne olur yaz....Allah'ım gonlune ilham, diline kelam, bedenine güç versin