1980 yılının bir temmuz sabahı..

O sabah küçük çocuğun içinde tarifi imkansız bir huzursuzluk vardı. Bu durum, balkona kahvaltı hazırlamakta olan Nurcan Hanım’ın dikkatini çekmişti. Saçları kırlaşmış ve yüzünden hiçbir zaman gülümsemesi eksik olmayan orta yaşlı kadın, yavaşça oğlunun yanına yaklaşarak O’na neden moralsiz olduğunu sormuştu. Ahmet, herhangi bir sorun olmadığını ve sebepsiz yere içinde bir huzursuzluk olduğunu söylemişti. Emekli öğretmen Nurcan Hanım, daha sonra, ince yüzlü, sarı saçlı oğlunun saçlarını okşayarak, O’nun yanından uzaklaşmış ve kahvaltı malzemelerini denizi ve sitenin havuzunu gören beşinci kattaki yazlıklarının balkonundaki masaya yerleştirmeye devam etmişti…

Ahmet, kahvaltı sırasında da pek konuşmamıştı ve kahvaltısına da pek el sürmemişti. Yalnızca, annesi, yuvarlak yüzlü ve çatık kaşlı anneannesinin ısrarları üzerine biraz peynirinden ve zeytininden yemişti. Bu durum üzerine, Nurcan Hanım ve Makbule Hanım, şaşkın ifadelerle birbirlerinin yüzlerine bakmaktaydılar. Makbule Hanım da, torununa neye canının sıkkın olduğunu sorduysa da, o da, kızının aldığı cevaptan başka bir yanıt alamamıştı. Bir süre sonra, Nurcan Hanım kahvaltı sofrasını kaldırmıştı. O, bunu yaparken, Makbule Hanım ve Ahmet, her zaman olduğu gibi, sitelerinin hemen karşısında bulunmakta olan ve güneşin altında ışıl ışıl parlayan kumsala gitmek için hazırlanmaya başlamışlardı. Makbule Hanım, ve Nurcan Hanım, mayolarını giymişlerdi ve Ahmet’i beklemekteydiler. Ahmet, her nedense hazırlanma işini ağırdan almaktaydı ve kumsala gitmek istemeyişi de yüzüne olanca çıplaklığıyla yansımaktaydı. Ancak, gene de anne ve anneannesi üzülmesinler diye mayosunu giymişti…

O gün Pazar günüydü. Bu yüzden, Bursa şehir merkezinden çok sayıda insan, tatillerini güzel bir şekilde değerlendirmek adına bu şirin beldeye gelmişler ve deniz kenarındaki yerlerini almışlardı. İğne atılsa yere düşmez tabiri hiç şüphe yoktu ki, bu durumu anlatabilmek için söylenebilecek en uygun söz olmalıydı. Makbule Hanım, Nurcan Hanım ve 10 yaşındaki çocuk, kumsalda zorlukla kendilerine yer bulabilmişlerdi. Güneş ise o sabah, milyarlarca yıldan beri yerine getirdiği mesaisine çok önceden başlamıştı…

Nurcan Hanım, plaj çantasından çıkardığı güneş yağını önce canından çok sevdiği oğlunun vücuduna; ardından da kendi vücuduna güzelce sürmüştü. Nurcan Hanım ve Makbule Hanım, genellikle güneşlenmeyi tercih ederlerdi; yalnızca yazlıklarına dönmeye yakın bir kez denize girerler; girdiklerinde de çok kalmazlardı. Ahmet ise, annesinin ve anneannesinin tersine güneşlenmeyi sevmez, arkadaşlarıyla birlikte denize girmeyi ve orada oyun oynamayı sevmekteydi. Kızgın güneşin belki de çok geçmeden plajdaki insanların tenlerini bronzlaştıracağı aşikardı. Nurcan Hanım ve Makbule Hanım güneşlenmek için şezlonglarına uzanmışlardı. Ahmet ise, o esnada denizde su topu oynayan arkadaşları Refik ve Hayrettin’i görmüştü. O gün, küçük çocuğun canı oyun da oynamak istemiyordu. Lakin gene de ağır adımlarla arkadaşlarının yanına gitmişti ve istemeye istemeye oynamaya başlamıştı…

Küçük çocuk, birkaç dakika sonra, çok pahalı bir sürat motorunun; yüzenleri güvence altına alan küçük beyaz şamandıralara yaklaştığını fark etmişti. Sürat motorunun içindeki siyah saçlı ve sakallı delikanlı şamandıralara teğet geçerek hızla ilerlemekte ve bir süre sonra aynı şekilde geri gelmekteydi. Muhtemelen delikanlı, pahalı oyuncağı ile sahildeki genç kızların ilgilerini çekmeye çalışmaktaydı. Bu durum; denizde yüzmekte olan ve plajda güneşlenmekte olan insanların dikkatini çekmişti. Herkes, bu kendini bilmezin bir an önce gitmesini istemekteydi. Ancak, pis pis sırıtan ve böyle yaparak kızların kendisinden hoşlanacağını sanan zavallı delikanlının hiç şüphe yok ki oradan gitmeye hiç niyeti yoktu. Şamandıralara yakın insanlar, biraz daha geriye gelmişlerdi ve daha dikkatli yüzüyorlardı. Lakin bazılar ise, sürat motoru nasıl olsa şamandıraların dışında diye geri çekilmemişlerdi ve yüzmeye devam etmekteydiler…

Ne yazık ki korkulan olmuştu. Sorumsuz delikanlı, şamandıraları geçmiş ve çoğu genç kızlardan oluşan bir grubun bulunduğu yere doğru bir manevra yapmış ve onlara iğrenç bakışlar fırlatarak yanlarından geçmişti. Tam o esnada, anlatılmaz bir genç kız feryadı yürekleri sökercesine tüm sahilde yankılanmıştı. Bu feryat üzerine, gayrı ihtiyari o tarafa bakan insanlar, gördükleri manzara karşısında gözlerine inanamamışlardı: Sürat motorunun pervanesi, 20 yaşlarındaki bir genç kızın kafasını biçmişti; talihsiz kızın saçları acımasızca dönmeye devam etmekte olan pervaneye dolanmıştı. Beyin parçaları, ve ölmeden önce dayanılmaz acılar çeken ve feryat eden genç kızın kanı denize yayılmaktaydı. Denizde, kelimenin tam anlamıyla bir can pazarı yaşanmaktaydı. Kadınlar, çocuklar, çığlık çığlığa bağırıyorlar, kumsalda güneşlenmekte olan insanlar, yakınlarını kurtarmak adına hışımla denize doğru koşmaktaydılar…

Neden olduğu vahşet, sorumsuz delikanlıyı şok etmişti. Motoru durdurmayı akıl edemiyordu. Büyüyen gözlerle ve sabit bakışlarla bir noktaya bakmaktaydı. Ne yazık ki, sürat motorunun pervanesi bu kez de, oradan uzaklaşmaya muvaffak olamayan orta yaşlı bir adamın beynini paramparça etmişti. Onun da, beyni ve parçalanmış beyninden gelen kan denize yayılmaktaydı. Pek çok insan, saniye farkıyla yaşama tutunabilmişti fakat bu trajediyi yaşayanların çoğu, çok uzun bir süre bu kahreden travmadan kurtulamayacaklardı…

Katil, iki kişinin canını aldığı kanlı motorunu şimdi açıklara doğru sürmekteydi. Kaçıyordu. Alçaktı…

O an inanması güç bir olay olmuştu. Çok uzun bir süredir beldeyi kavuran güneş, bıçakla kesilmiş gibi, başka diyarlara gitmişti. Deniz, kahreden bir kırmızıya boyanmıştı ve o da çırpına çırpına can veren kız ve adam gibi acı çekiyor olmalıydı. Kadınlar ve çocuklar hıçkıra hıçkıra ağlamakta ve ne yapacaklarını bilememekteydiler. Erkekler, kollarıyla çocukların gözlerini kapatmaya çalışmaktaydılar. Bazı insanlar, gördükleri vahşet karşısında fenalaşmışlar; bazıları da bayılmışlardı. Yaşanan trajedinin etkisi her geçen dakika daha çok artmaktaydı…

Çaresiz genç kız ve orta yaşlı adam için artık yapacak hiçbir şey yoktu,

Her ikisinin cesetleri de sahile vurmuştu,

Cesetlerin üzeri kefenle örtülmüş ve iskelenin üzerine yatırılmılardı,

Savcı gelecekti;

Saatler geçmiş, akşam olmuş, gece olmuş ancak savcı bir türlü gelememişti,

Cesetler bütün gece orada kalmışlardı,

Beyefendi sabah sekize doğru ancak gelebilmişti,

Gerekli prosedür yerine getirilmişti,

Katil, çok geçmeden yakalanmıştı,

Ancak, her nasılsa kısa bir süre hapiste kalmıştı,

Serbestti..

Lakin, Tıp Fakültesi son sınıfta okuduğu öğrenilen; yaşasaydı, bir yıl sonra, çiçeği burnunda bir doktor olacak genç kız ve İzmir’den hafta sonunda ablasını ziyaret etmek için gelen matematik öğretmeni ise katil kadar şanslı değillerdi…

Nurcan Hanım ve Makbule Hanım’ın o an akıllarına Ahmet’in kahvaltıdaki hali gelmişti…

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.