Sarı, dalgalı saçlı, uzun yüzlü çocuğun, sofrada annesinden bir tabak daha pilav isterken gözlerinin içi gülüyordu. Nasıl gülmezdi, ertesi gün babasıyla birlikte Bursaspor-Fenerbahçe maçına gideceklerdi.. Elif Hanım, oğlunun sevincini büyük bir keyifle izliyordu. 10 yaşında ve hayata toz pembe bakan Mithat, annesinin tadına doyamadığı pilavını bir çırpıda mideye indirmişti. Hele bir de Elif Hanımın pilavın üzerine koyduğu o fasulyelerin tadı.. İlker Bey de, tıpkı karısı gibi oğlunun bu neşeli halini gördükçe, O da keyifleniyor ve gün içindeki yorgunluğunun kanatlanıp başka diyarlara göçen kuşlar gibi üzerinden kalktığını duyumsuyordu..

Baba-oğulun maç muhabbetleri mahallede de çok iyi bilinirdi. Aslında maç sohbetleri, belki de dünyanın en iyi babalarından biri olan İlker Bey’in oğluyla gönülden kurduğu sarsılmaz bağın sadece bir halkasını oluşturmaktaydı. Mithat’ın annesiyle de arasında çok güzel bir sevgi bağı vardı. Lakin, babası Onun için başkaydı…

O akşam, oturmaya yan komşu Celalettin Bey ve karısı Sıdıka Hanım gelmişlerdi. Celalettin Bey, 35 yaşlarında, koltuğa oturunca göbeği dışarıya fırlayan ancak bunu kafasına hiç takmayan biriydi. Aynı zamanda çok da komikti. Bir olayı anlatırken, kendi şivesini katması da kelimenin tam anlamıyla dinleyeni gülmekten öldürürdü. Karısı Türkan Hanım da ondan aşağı kalmazdı. Hanımefendi özellikle kocasının boğazını tutamamasına takılır ve o da şivesini kattığı bu enfes anlatımlarıyla dinleyeni kendinden geçirirdi. Öyle ki, Celalettin Bey, karısının kendisine takıldığı o anlarda, muzip bir surat ifadesiyle dinler; o esnada bir fırsatını bulur, ev sahibinin çayla birlikte getirdiği, kendi tabağındaki keki kaşla göz arasında yer ve peşi sıra Sıdıka Hanım daha ne olduğunu anlayamadan onun tabağındakini de mideye indirirdi. Her ne kadar hanımefendi, kocasının elinin üzerine vurmaya çalışarak onu engellemeye çalışsa da, bu hiçbir zaman işe yaramaz ve Celalettin Bey, nefis keki çoktan aşırmış olurdu. O akşam da öyle olmuş ve herkesin adeta gülmekten karnına ağrılar girmişti…

Misafirler gece 23 sularında gitmişlerdi. İlker Bey, oğluna vaktin hayli geç olduğunu, hemen yatması gerektiğini zira yarın sabah gün ağarmadan Bursa Atatürk Stadyumu’nun önünde sıraya geçeceklerini söylemişti. Sarı saçlı, güleç yüzlü çocuk çok tez canlı bir çocuktu. Oturduğu sandalyenin yanındaki; annesinin el emeği göz nuruyla yaptığı nakış örtüsünün serili olduğu sehpanın üzerindeki bardakta kalan Uludağ gazozunu bir çırpıda içtikten sonra, adeta bir roket gibi yerinden fırlayarak önce annesinin yanına gelip Onun yanaklarından öpmüştü.. Yatağına koştururken de onlara öpücük atmaya devam ediyordu. İlker Bey de, Elif Hanım da buna bayılıyorlardı.. Hiç kuşku yok ki böyle bir çocukları olduğu için kendilerini çok mutlu sayıyorlardı..

Elif Hanım, henüz gün doğmadan kalkmış ve içine sevgisini de katmayı ihmal etmediği birbirinden güzel yiyeceklerle kahvaltı sofrasını donatmıştı. Hanımefendi böyle erken kalkmalara alışıktı zira kocası ve oğlu Bursa’ya büyük takımlar geldiğinde her zaman erken kalkar; hiç yüksünmeden ve yüzüne o çok yakışan tebessümüyle kahvaltıyı hazırlardı. Yine o sabahlardan biriydi. Ardından, kısa boylu, sarı saçlı hanımefendinin tiz sesi, nohut oda bakla sofa evlerinde yankılandı:

Hadi bakalım uykucular sizi; uykunun vakti değil şimdi. Fenerbahçe sizi beklemez. Kalkın…

İlker Bey, her sabah işe erken saatlerde gittiği için erken kalkmaya alışkındı. Çabuk çabuk elini yüzünü yıkayıp sofraya oturmuştu. Lakin Mithat, henüz uyanamamıştı. Elif Hanım, oğlunu uyandırabilmek için sesini kalınlaştırarak ona tekrar tekrar seslense de bu işe yaramış gibi gözükmüyordu. Hal böyle olunca, Küçük çocuğun annesi ve babası birbirlerinin gözlerinin içine muzip bir şekilde bakmışlar ve aynı anda oğullarının odasına koşarak soluğu Onun yanında almışlardı. İkisi de böyle durumlarda yapılacak tek şeyin olduğunu çok iyi bilmekteydiler: Mithat’ı öperek ve onu gıdıklayarak kaldırmak. Bu her zamana işe yarardı. Gene yaramıştı. Altın sarısı saçları birbirine karışmış haldeki, yeşil gözlü çocuk, adeta bir zıpkın gibi olduğu yerden fırladı ve böcek böcek etrafa bakmaya başladı…

Ağız tadıyla yapılan güzel bir kahvaltı sonrasında Elif Hanım, kocasını ve oğlunu gülen gözleri eşliğinde uğurladı. Nefis bir mayıs pazarıydı. Gökyüzü henüz ağarıyor; ağardıkça da sanki onların çıkmasını beklemişçesine şakacı güneş, gökyüzünden yeryüzüne nokta atışı yaparak; insana huzur ve yaşama sevinci veren sırma ışınlarını baba ve oğulun üzerine döküyordu..

Mithat, babasının elini sıkı sıkı tutmaktaydı. Pınarbaşı’ndan bir çırpıda Devlet Hastanesi’nin sırtlarına ulaştılar. Daha sonra, kestirmeden gitmek için içinde birbirinden güzel çiçek aromalarını ciğerlerine çekerek, yemyeşil patika yoldan sallanarak Atatürk Stadına ulaştılar. Lakin çok insan daha önce gelmiş ve sıraya geçmişti. Mahşeri bir kalabalık vardı. Maç öğlen 13’te başlayacaktı. Bu demekti ki en az altı-yedi saat burada bekleyeceklerdi. Uzun bir süreydi ancak İlker Bey ve Mithat kuyrukta beklemenin de keyifli yanlarını bulmuşlardı. İnsanların arasındaki komik olayları izliyor, belli etmeden onlara gülüyorlardı. Bazen sıra kavgası oluyor ve bu durum orada olanların keyfini kaçırıyordu. Çoğu zaman da o günkü maç hakkında kritikler yapıyorlardı…

Mithat, en çok da maç sıralarında babasıyla köfte-ekmek yemeye bayılıyordu. Dumanı üstünde köfteler, kan kırmızı domates dilimleri ve kocaman soğan halkaları.. Bu köftelere tükürük köftesi denildiğini duymuştu. Lakin o akıllı bir çocuktu ve bunun gerçek olamayacağını biliyordu. Gerçek olsa bile, bunu umursar mıydı, onu da bilemiyordu. Öğleye doğru iki kafadarın karnı acıktı. Yanlarındaki; Ayhan Işığın ince bıyığına benzeyen bıyığıyla: “Köfte-ekmek verem mi abem ?” diyen koca göbekli, patlak gözlü ama bir o kadar da sempatik köfteciden köftelerini almışlardı. Mithat, tadından önce dumanı kendisini büyüleyen; insanı alıp başka başka diyarlara uçuran köftesini yerken bir yandan da kendisine sevdayla bakan ve o arada göz kırpan babasına aynı sevdayla bakıyordu…

Saat on buçuğa doğru stada girebilmişlerdi. Çabuk çabuk yer bulup oturdular. Her taraf yeşil-beyazlı bayraklarla bezenmişti. Bu manzara karşısında coşarak Bursaspor bayraklarını gururla sallamaya başlamışlardı.. Yeşil bir zümrüt vadisi içindeki kar kristalleri ancak bu kadar muhteşem olabilirdi. Yeşil ve beyaz…

Önce Fenerbahçeli oyuncular göründü. Çok geçmeden de Uludağ’ın kar beyazını ve güzelim Bursa’nın uçsuz bucaksız ovalarının rengi olan yeşili parlak formalarında ölümsüzleştiren Bursasporlu futbolcular. Bir tufan koptu. Anlatılır gibi değildi. Yer gök yıkılacak gibiydi…

Maç başlamıştı. Takımların birbirini yoklamaları, karşılıklı ataklar. İlk dakikalar keyifli bir maçın kendilerini beklediğini müjdeler gibiydi. Lakin çok geçmeden az sayıdaki kendini bilmezin küfürleri dikkatini çekmişti Mithat’ın. Özellikle, iki sıra yanlarında oturan uzun çeneli, kadit gibi zayıf adamın bitmek tükenmek bilmeyen küfürleri. Yanında, Mithat yaşlarında oğlu olmasına karşın, orta yaşlı adam ağzından hiç eksik olmayan sigarasıyla, futbolculara ağıza alınmaz küfürler savurmaktaydı. Öyle ki, arada sırada sinirlenip oyunculara küfür eden az sayıdaki seyirci bile küfür etmeyi keserek hayretle adeta bir küfür makinası olan bu sersem adama bakıyorlardı. Yanındaki yuvarlak yüzlü çocuğun yüzü-gözü, babasının peşi sıra yaktığı sigaraların dumanı içinde kalmıştı. Gözleri yanmaktaydı. Mimik ve jestlerinden babasından çok korktuğu gün gibi aşikar olan çocuk, Ona bir şey demeye cesaret edemiyordu. Küfürler de son derece rahatsız ediyordu Onu.. Bir süre sonra tüm cesaretini toplayarak babasına: "Baba, gözlerimin içi yanıyor. Ne olur sigara içme artık.." diyebilmişti. Demişti demesine ancak, söylediğine söyleyeceğine bin pişman olmuştu. Siniri yüzüne ayna gibi yansıyan adam, çocuğu iğrenç sesiyle azarlarken, elinin tersiyle de günahsıza sesi çok net duyulan bir tokat atmıştı…

Yavrunun gözünden inci gibi yaşlar inmeye başlamıştı,

Canının acısını umursamıyor ancak ya onuru? Gözünden akan yaşlar kalbini anlatıyordu,

Mithatçık, ailesinden görmediği şiddete başka bir ailede şahit oluyordu.

Büyük bir adam gibi, yavaşça kalktı yerinden ve küçüğün yanına yaklaştı.

Sabah anneciğinin cebine koymuş olduğu kar gibi beyaz kahverengi çizgili mendilini çıkardı.

Temizledi akranının kuruyarak yüzüne yapışan damlaları..

Göz göze geldiler,

Dünyaları vermişti Ona,

Asabi adam kafasını öne eğdi, sanırım utanıyordu.

Oğlu aniden bir öpücük kondurdu babasının yanağına,

Elini omuzuna attı,

Ve göz göze gelmişlerdi.

Ki tribünler ayağa kalktı birden;

GOOOLLL !!..

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.
Avatar
Fulya Anadolu Üniversitesi 6 yıl önce

Melih bey her hikayenizi iple cekiyoryz.Gercekten cok guzel paylasimlarda bulunuyor ve unutulan degerlerimizi hatirlatarak genclere ornek oliyorsuniz.Tesekkur ederiz

Misafir Avatar
Melih Uludağ 6 yıl önce @Fulya Anadolu Üniversitesi

Fulya Hanım, bu güzel yorumlarınız için size canı yürekten teşekkür ediyorum.

Beğenmedim! (0)