Kar neredeyse baldırlarına geliyordu. İşin en fena tarafı uzun zamandır toplamakta olan kar yeniden indirmeye başlamıştı. Mehmetlerin çoğunun üzerlerinde incecik mintandan bir farkı olmayan yazlık kamuflajlar vardı. Yüzü gözü; tipi halinde yağmakta olan kar içinde kalan; buna rağmen heybetli bir aslanı çağrıştıran pos bıyıklı Rüstem Yüzbaşı, artık iyiden iyiye kısılan sesiyle hiç durmadan bağırıyordu:

-Yavrularım, durmak yok ! Hiç durmak yok! Durursak işte o zaman felaketimiz olur. Canımızı dişimize takacağız. Rus çok uzakta değil. Onu bulacağız ve bu toprağa ayak bastığına pişman edeceğiz. Lakin yiğitlerim, ilk imtihanımız soğukladır…

Bu sözler, bir kısmı donmak üzere olan Mehmetçiğe güç verdi. Dermanı bitmek üzere olan yiğitler, vatan aşkıyla üzerlerini örten dondurucu beyaz örtüye rağmen silkelendiler. Tüm canlarını dişlerine taktılar. O esnada, grubun önündeki Teğmen Ferhat’ın sevinç dolu çığlığı ufukta yankılandı:

-Kumandanım, az ileride bir köy var. Dumanları görüyorum. Şükürler olsun ki; az da olsa karnımız doyacak!

Akşamın karanlığı; dünya yüzeyinden çok; gizemli bir gezegenin yüzeyini andıran uçsuz bucaksız alana usul usul inerken Mehmetler, sözbirliği etmişlercesine sevinçle bağırdılar:

-Yaşasın!

Koşar adımlarla köye doğru ilerlediler. Akşamın bastıran karanlığı altında yarım metreyi aşan karla dolu çatılarıyla evler neredeyse yıkılacaklardı. Küçük bir köydü bu. 10-15 ev vardı yoktu. Yarısına yakınının sobası tütüyordu. Tütüyordu tütmesine lakin dumanlar incecik birer söğüt dalı gibi cılızdılar. Bir yüzbaşı, dört teğmen, dört astsubay, kırk dört er ve erbaştan oluşan bölük çekine çekine köyün içinde ağır adımlarla ilerliyordu. Rüstem Yüzbaşı Bölüğe olduğu yerde kalması emrini vardı. Geniş omuzlu yüzbaşı, köyün tam ortasındaki en büyük evin kapısını çaldı. Bu köy köyün muhtarının evi olmalıydı. Ses gelmedi. Öldürücü soğukta donmamak için anlatılmaz bir mücadele veren kumandan, kapıyı bu kez bir kez daha lakin daha sertçe çaldı. Dış duvarları bile neredeyse tamamen karla kaplı ve bir evden daha çok kristal bir kareyi andıran evin küçük penceresine yaklaşan bir gaz lambasının ışığı yansıdı. Kapı gacırdayarak açıldı. Yüzbaşının karşısında; elindeki fersiz gaz lambasının korkutucu ışığı altında; iri siyah gözleriyle bir heyulayı andıran orta yaşlı, sakallı bir adam vardı. Adam soğukkanlıydı. Yüzbaşıyı ve onun hemen arkasındaki askerleri görünce olanı biteni hemencecik anladı. Misafirperverdi. Candan bir; “ Hoş geldiniz Kumandandan” dan sonra şöyle dedi:

-Buyurun Yüzbaşım. Kahraman askerlerinizin bir kısmı benim fakirhaneme; bir kısmı da köyün öbür evlerine misafir olsunlar. Bu gece sizi hiçbir yerlere bırakmayız…

O esnada muhtarın evinden gelen gaz lambasını gören köylüler de muhtarın evinin önüne geldiler. Saygıyla Yüzbaşı Rüstem’in önünde eğildiler. Muhtar köylülere hemen Mehmetçikleri evlerine misafir etmelerini; yiğitlerin karınlarını güzel bir doyurmalarını, onların üşümemeleri için sabaha kadar hiç durmadan sobalara odun takviye etmelerini söyledi. İncecik gövdeleri gaz lambasının titrek ışığında kırılacak gibi duran ve muhtemelen uzun zamandır da karınları tam doymayan fakir köylüler askerleri kendi evlerine götürdüler. Askerler dışarıda beklerlerken; evlerinin aralık kapılarından içeriye; analarına, babalarına, karılarına, bacılarına, çocuklarına çabucak hazırlanmalarını birazdan Mehmetçiklerin misafirleri olacaklarını; aortları çıkmış yüzleri bir horozu andıran gölgeleri karın üstüne yansırken, coşkuyla bağırdılar. Onlar da kahraman Mehmetçik kadar kahramandı. Yüzbaşı Rüstem, Teğmen Önder ve Teğmen Kemal bunu görünce çok duygulanmışlar ve bir süre birbirlerinin yüzlerine öylece bakakalmışlardı…

O gece her ev, belki de iki haftalık erzaklarını,; kendi bağrından çıkan; dünyanın en kuvvetli askerinin karnını doyurmak için hiç düşünmeden Mehmetçiğe yedirdiler. Analar önce tadına doyulmaz bir bulgur çorbası ardından da sobadan çok bir oyuncağı andıran kül rengi sobalarının üzerinde börekler yapıverdiler. Yiğitlere, kendi yavrularına yedirir gibi elleriyle yedirdiler. Bacıların yapıverdikleri yayık ayranlarını da üzerine afiyetle içtiler. Kahramanların karnı güzelce doydu. Her eve 5-6 asker düşüyordu. Analar evin bir odasına Mehmetçiklere yatak serdiler. Mis gibi yorganlarını evlatlarının üzerlerine örttüler. Yiğitlerin karnı neredeyse üç gündür açtı. Kuru ekmekten başka bir şey yememişlerdi. Hal böyle olunca yavrucaklar güzel güzel yemekleri yiyince yataklarına başlarını koyar koymaz uykuya daldılar. Anneler, kuzular uyurken onların başlarını sevdiler. Kimisi ince yüzlü, kimisi iri yüzlüydü. Lakin hepsinin yüzünde aynı ışıldama vardı. Bütün Mehmetçikler aynı anda gülüyorlardı. Analar, kendi çocuklarından hiçbir farkları olmayan bu canların uyurken neye gülümsediklerini çok iyi biliyorlardı…

Aceleci horozlar sabahı daha çabuk getirmek için avazları çıktığı kadar bağırıyorlardı. Başarılı olmuşlar mıydılar ne; tan ağarmaya başlamıştı. Tan ağarırken gökyüzünde siyah, gri ve beyazın kati bir hükümranlığı vardı. Bu üç renk, uzak tepelerdeki kurt ulumalarının karışması gibi birbirlerine karışıyorlardı. Açlıktan iğne ipliğe dönmüş köylüler son yiyeceklerini Aslanlara çıkın yaptılar. Onların sırtlarına kendi elleriyle yerleştirdiler. Gök gözlü bir dede Önder Teğmen’in yanına yaklaştı. Gözbebeklerinin derinliklerinde önceki savaşlarda şehit verdiği oğlu Hasan’ın özleminden başka bir şey yoktu. İhtiyar adam Önder Teğmen’i kendi çocuğuna benzetmiş olmalıydı ki; gözlerinden sicim gibi inen yaşlar arasında kumandana sarıldı. İnce yüzlü kumandan da kendi babasına sarıldığı gibi… Mehmetçikler bu güzel insanların ışıltılı bakışları arasında onlara asker selamı verdiler. Ağır adımlarla oradan uzaklaştılar…

Bir saati geçmeden kar gene başladı. Öğlene doğru Mehmetçik kumanyasını yemek için durdu. Doymayacak ama ölmeyecek kadar yemeliydi. Öyle de yaptı. Lakin hava gene çok soğudu. Akşama doğru daha da dayanılmaz bir hal aldı. Kar durdu. Durdu durmasına ancak bu daha da kötüydü. Zira hava ayaza çekecek ve artık iyice ölümcül olacaktı. Rüstem Yüzbaşı bunun ne anlama geldiğini çoktan anlamıştı. Askerlerine dur emri vererek onlara şu son konuşmasını yaptı:

-Oğullarım, gece boyunca ilerleyeceğiz. Sabaha doğru Rus’la karşı karşıya geleceğiz. Lakin hava ayaza çekecek. Bu çok kötü. Bir an bile soğukla mücadele etmekten vazgeçmeyeceksiniz. Biz onu yenemezsek o bizi yenecek… Haydi bakalım, gazanız mübarek olsun yiğitlerim…

Mehmetçikler tüm kalpleriyle kumandanlarına söz verdiler. Sesleri ses değildi, volkandı, yanardağdı. Rüstem Yüzbaşı yavrularıyla gurur duydu….

Akşamın onuna doğru bir yiğit olduğu yere kapaklandı. Serhat Astsubay koştu yavrusunun yanına. Mehmet’in ince parmakları oldukları yerde kaldılar, hiç kıpırdamadılar. Kara gözleri büyüdü. Rüstem Yüzbaşı da koştu geldi. Mehmetçiğin yüzünde; uyurken güzel yüzünü süsleyen o gülümseyiş belirdi. Sinoplu Taner’di. Sarıkamış Harekatı biter bitmez, köyündeki yavuklusu Elif’le evlenecekti… Babası gibi sevdiği Rüstem Yüzbaşı’yı düğününe davet etmişti. Kumandan da geleceğine söz vermişti. Gelecekti. Elbet gelecekti. İki eli kanda olsa da gelecekti. Taner’le karşılıklı oyun oynayacaklardı. Kumandan ve Mehmetler o an tarifsiz bir acı duydular.. Son bir ümit, aslanın elini, yüzünü karla ovdular. Kolları kopuncaya kadar ovdular. Canları kopuncaya kadar ovdular. Kimisi üzerindeki incecik kamuflajları çıkartıp kardeşlerinin üzerlerine yorgan yaptılar. Dünyanın en kalın yorganını yaptılar. Örttüler. Taner’in dudakları kıpırdar gibi oldu. Ümitlendiler. Dünyalar Mehmetçiğin oldu. Çocuk gibi sevindiler. Lakin…

Gecenin kalleş karanlığında kınalı kuzular birer ikişer yere düştüler. Pek lazımmış gibi yeniden başlayan ve şahsiyetsizce hiç durmadan yağan kar, kahramanların incecik mintanlarından incecik boyunlarına, oradan da göğüslerine doldu. Düşen yere kalkamadı..53 yiğit…

Bir ışık belirdi ufukta. Anlatılmazdı. Kahramanları evlerinde son gecelerinde doyuran, uyutan analar, babalar kendileri birer ışıktılar. Etrafı gündüz gibi aydınlatıyorlardı. Yaklaştılar. Kınalı kuzuları alınlarından öptüler. Kimisinin açık kalmış göz kapaklarını kapattılar. Kahramanların göz kapakları hafifçe aralandı. Karşılarındaki ana-baba şeklindeki sözcüklerle anlatılamayan ışıklara gülümsediler. Yavaşça yattıkları yerden yükselmeye başladılar. Sonra analar, babalar da gökyüzüne yükseldiler…

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.