Merhaba sevgili dostlar.

Bugün uzun bir aradan sonra saçlarımı boyadım. Evde kaldığım sürede epey beyazlar çıkmıştı ve düşen yıldızlardan ışıl ışıldı. Ben yine yıldızsız geceler gibi simsiyah olsun istedim. O kadar yıldızın ışıltısında gözlerimin sönmeye yeltenen ışığı belli olmaz diye korktum. Öncesinde bi dolu kitap karıştırdım; okumaktan ziyade inceleme diyelim biz buna. Eski yılların gazete kupürlerini okudum babamın vakitsiz göçüp giden köylüsü olan arkadaşı, hem eski komşumuz olan orman mühendisi Necdet amcamızın 60’lı yıllardan abone olduğu hayat dergilerini ciltlettirip itina ile sakladığı, öldüğünde ev halkının bize yakmaları için getirdikleri kitaplarından. O zamanki çocukluk hallerimde kaçırıp kurtardığım, benim için çok kıymetli hazinesi var elimde. O kadar kaliteli, dolu dolu mizah, fotoroman, genel kültür, dünya ve ülke magazini, ekonomi siyaset hepsini kapsayan yayınlar. Şimdiki yazılı basın mecmuaları ile bunları kıyasladığımda okumaya değecek çok da bir şey göremiyorum açıkçası.

Bunları yaparken aklıma düştüğünde de hemen kahve koyuveriyorum ocağa; çay ve kahve bunlar dünya durdukça vazgeçilmez nimetler insanlık için. Ohhh diye keyifle yudumlarken mideden çok beyni tatmin ediyoruz aslında; acıktığımızda gurul gurul karnımızdan ses geldiğinde neyle olsa doyuyoruz aslında da, çay kahve gibi keyif verici bir nevi bağımlılığımız olan bu nesnelerin yokluğunda sağa sola saldırıyoruz resmen???? Sizlerde benim gibi bazı şeylerin tadından çok kokusunda bir şeylerle ilişkilendirip onları anımsıyor musunuz? Mesela kaynayan sütün, sıcak ekmeğin ve beyaz sabunun kokusu annemi hatırlatır bana; unutmadan bir de çamaşır suyu kokusu.. Bizi beslemeye çalışan temiz, titiz, eli leziz, maharetli anneciğimi..

Uzun uzadıya yatıp da rahat keyfi bir uyku uyuduğunu görmedim, hiç hatırlamıyorum. Yağmurun, toprağın, yeni kesilmiş ağacın kokusu da babamı; işten yorgun argın gelen ama bir zamanlar hiç yorulmak nedir bilmeyen onca koşturmaya hiç ter koktuğunu görmediğim, mis kokulu adamı, babacığımı.. Yeşil çimen kokusu, badem çiçeklerinin kokusu, bir de çikolatalı gofretin kokusunda kardeşlerimi anımsarım. Evlat kokusunun ne tarifi ne de eşi benzeri var. Hiçbir şeyde bulamıyorum o kokuyu, onların kokusunun eşi benzeri yok.

Bir de yekten sevdiğinin kokusu, bir kere içine çektiysen unutamazsın zaten. Süt kokusuydu ekmek kokusuydu derken; evin bir köşesinde yanan kuzine sobası geliyor gözümün önüne ve her soba kurulmasında annemle babamın kavgası. Ve inanıyorum ki bu kavga sadece bizim evde yaşanmıyordu.

Kış kapıyı çalarken, soba zaten yeri belli olan yere kurulur, altında maşa kıyısında külleri süpürmeye kaz kanadından bir süpürgeç mutlaka bulunurdu. En sevdiğim şey de oda karanlıkken sobanın alevinin dans eden görüntüsünün dışarı yansımasından oluşan gölgesi. Islık çalar gibi çaydanlıktan çıkan cızlama sesine "tik tak tik tak tik tak" diye yem yiyen tavuk figürlü çalar saatimizden çıkan seslerin eşlik etmesiyle, sıcak sobanın yanındaki minderde üzerinde tıkırdayan yemeğin odaya yayılan kokusunu duyumsayarak öylece şekerleme yapmak. Çocukluğumuzla birlikte yitip giden hayallerimizin kuytusunda sakladığımız güzel anılar bunlar.

Bazen aklımda bir şiirin dizeleri döner durur. Çok sevdiğin ve yalnızca küçücük bir yerini hatırladığın, tüm gün çevirip çevirip söylediğin, aslında devamını da büyüsü bozulur diye pek öğrenmek istemediğin şarkılar gibi... Ne kadar az eksiklik var bazılarımızın hayatında. Düşün ki Orhan Veli’nin öldüğü yaştasın.

Baharda, pırıl pırıl bir Nisan ayında doğdun ve her yanı beyazlar bürümüş bir Kasım günü yitip gideceksin. Fakat ne bir ıslığın, ne bir türkün, ne de hatıran var insanlar içinde. Üstelik yerin pek dar. Bu kadar enayiliği nereye sığdıracaksın.

13 nisan 1914 de Osmanlı İmparatorluğu’nda doğan, kısacık yaşamında biz kalanlara onca duygusal ve düşsel, yürekten çok kafaya da hitap eden şiirler armağan eden şairimiz, hayatının askerliğine kadar evresini bir çırpıda şöyle anlatır; "1 yaşında kurbağadan korktum. 9 yaşında okumaya, 10 yaşında yazmaya merak saldım. 13'te Oktay Rıfat'ı, 16'da Melih Cevdet'i tanıdım. 17 yaşında bara gittim. 18'de rakıya başladım. 19'dan sonra avarelik devrim başlar. 20 yaşından sonra da para kazanmasını ve sefalet çekmesini öğrendim. 25'imde başımdan bir otomobil kazası geçti. Çok aşık oldum. Hiç evlenmedim. Şimdi askerim...”

Şiirlerini ve kendisini edebiyata ilgisi olan çoğu kişinin tanıdığı Orhan Veli’nin ne zaman ve nasıl öldüğünü de bir çoğunun bildiğini sanmıyorum. 10 Kasım 1950’de Ankara'da bir belediye çukuruna düşer Orhan Veli.. Bu olayı önemsemez ve İstanbul 'a geri döner. Birkaç gün sonra bir arkadaşının evinde 14 Kasım salı günü öğle yemeğinden sonra fenalaşır. Hastaneye kaldırılır doktorlar alkol zehirlenmesi diye teşhis koyar ve tedavilerini bu yönde uygularlar. Fakat saat 20.00 da komaya giren Orhan Veli, bütün çabaya rağmen yanlış teşhis ve tedavi sonucu hayatını kaybeder. (14 kasım 1950 Türkiye Cumhuriyeti) 15 kasım akşamı bütün akşam gazetelerinde ve Ankara İstanbul radyolarının yanı sıra Roma, Paris BBC ve Amerika’nın sesi radyolarından bütün dünyaya ölümünün nedeni "alkol zehirlenmesinden" diye ilan edilen Orhan Veli'nin, ilerleyen günlerde yapılan otopsi raporundan çıkan sonuç, “düşmeye bağlı beyin kanamasından hayatını kaybettiği”dir.. Evet bir garip Orhan Veli öldüğünde cebinde 35 kuruş ve Gelirli şiiri çıkmıştır. Son şiir müsveddesi de bir diş fırçasına sarılı bulunmuştur.

Evet Orhan Veli'nin şiirleri ve hayat hikayesiyle geçirdiğim koca iki gün, yazarların sadece bir avuç toprak olup gitmediğinin bir ispatı değil midir? İlk önce kitaba kâğıda ektikleri; sonra da yüreklerimizde kendileriyle birlikte yeşerttikleri duygu yüklü mısraları, şiirleri, yazıtları. Hangi mevsimde hangi mekânda yazıldıysa, neyi anlattıysa bir zaman makinasına koyup sürükleyip götürüyor insanı. Evet gözyaşlarına dokunup, sesini duyabiliyorsunuz. Sesinizi duymayanların, gözyaşlarınızı silmeyenlerin düş kırıklığını yaşarken...

İnsanların çoğu dünyaya gelir yaşar; bana göre seçilmiş ve istisna insanlardır ki onlar yaşadıklarını duyumsadıklarını hem yaşar, hem yazar. Gökyüzünü yazar, yeryüzünde dağı taşı yazar, gittiği döndüğü yolları, oturduğu bankları, köpeği yazar, kurdu - kuşu yazar, düşlerini yazar, sevdiğinin saçlarını kara kara gözlerini, kaşlarını yazar; kimisi de sevdiğine olan aşkını alabildiğine haykırır da, “mahremi” diye adını yazmaktan imtina eder garip Veli gibi.. Sonra yaşadıklarını yaşayamadıklarını, sağanak sağanak yağan kısa yaz yağmuru gibi üzerimize döküp, alelacele apansız göçüp giderler. Bize de sırılsıklam, arkalarından uzun uzun bakıp el sallamak düşer.

İyi ki geldiler.

Fakat rüzgâr gibi gelip geçseler de yeryüzünde nefeslenip, hangimizin iç dünyasına dokunup güzelleştirdiklerini bilemeseler de, gönül dünyamızda gezinip silinmez izlerini bırakıp bir “hoşcakal” bile diyemeden gittiler.

Hoş gelenler,

Hoş kalanlar..

Sizler de şimdilik hoş kalın efendim, sağlıkla kalın, selâmet içinde kalın.

***

Ağlasam sesimi duyar mısınız,

Mısralarımda;

Dokunabilir misiniz,

Gözyaşlarıma, ellerinizle?

Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel,

Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu

Bu derde düşmeden önce.

Bir yer var, biliyorum;

Her şeyi söylemek mümkün;

Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum;

Anlatamıyorum..

Orhan Veli Kanık

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.