Keçi sakallı Mavros, sandalyede elleri arkasından bağlanmış halde oturmakta olan Rauf’u tepeden tırnağa süzdü. Bakışlarında uzun yılların hıncı vardı. Az önce EOKA’cı Mavridas’ın darbeleriyle kendinden geçmiş olan 30 yaşlarındaki mücahit Rauf, yeni yeni kendine gelmekteydi. Göbeği kirli üniformasından neredeyse fırlayacak olan Mavros; cebinden bir puro paketi çıkarttı. Tırnakları adeta bir kazmayı andırıyordu. Pisti. Kalın parmaklarıyla paketi açtı. İçinden pahalı olduğu anlaşılan bir puro çıkardı. Yaktı. Derin bir nefes çekti. Dumanlar ciğerlerinin tamamını doldurmuş olmalıydı. Dumanların bir kısmını keyif çata çata Rauf’un yüzüne savurdu. Rauf, istifini bozmadı. Delici bakışlarını önce Mavros’un iğrenç sakallarına ardından da onun gözlerine dikti. Mavros, koyu kahverengi masasının arkasındaki gösterişli koltuğuna oturdu. Arkasına yaslandı. Bir nefes daha çekti. Yarım yamalak Türkçesi’yle ve; “küçük dağları ben yarattım” edasıyla söze başladı:

-Buraya kadarmış mücahit Rauf. O çok güvendiğin Kıbrıs Mücahitleri ve Türk Ordusu, gelsinler de seni kurtarsınlar bakalım elimizden. Türk Ordusu adaya çıkarma yaptığı takdirde ölüm fermanını kendi eliyle imzalamış olur. Öyle bir şey yapsalar keşke…

Rauf’la birlikte on beşten fazla mücahit, EOKA’cıların eline esir düşmüşlerdi. Esirlerine her zaman misafirleriymiş gibi davranan Türk Milletinin aksine Rum gerillalar, bu kahramanlara görülmemiş işkenceler yapıyorlardı. Lakin Mücahitlerin nerede olduklarına dair ağızlarından tek kelime dahi alamıyorlardı. Zayıf, uzun boylu bir Rum gerilla, yüzüne tüküren bir mücahiti başına ateş ederek şehit etmişti. O andan itibaren başta Rauf olmak üzere diğer mücahitlerin yüreklerinde fırtınalar kopmuş, birbirlerine daha fazla kenetlenmişlerdi. Bakışları tek başına bir orduyu yok edecek kadar güçlüydü…

O gece boyunca, mücahitlere etmediklerini bırakmadılar. Ağızlarından salyalar aka aka kadınlarına kızlarına küfrettiler. Bazı mücahitlerin kızgın mil çekerek gözlerini kör ederlerken, bazılarının kulaklarının hemen yanlarında ateş ederek onları sağır ettiler. Bazılarının da göğüslerini kızgın demirlerle dağladılar. Dağladılar dağlamasına lakin hiçbir Türk’ün gözlerinde aman dileyen ifadeler göremediler. Göremedikçe daha çok hırslandılar. Hırslandıkça daha çok işkence yaptılar. Gece yarısı, altı mücahit son nefesini verdi. Mavros, alaylı bakışlarıyla Rauf’u ezmeye çalışıyordu. Rauf’sa, Mavros’a bir pisliğe bakar gibi bakıyordu. Askerden çok bir çapulcuyu andıran; boynu neredeyse gövdesine yapıştırılmış gibi duran Mavros, bunun üzerine sinirlendi. Çok sinirlendi. Bir hışımla ayağa kalktı. Rauf’un yüzüne tüm gücüyle bir yumruk indirdi. Rauf sandalyesiyle birlikte yere düştü. Kaldırdılar. Mavros, öfkeden deliye dönmüş bir halde Rauf’a bağırmaya başladı:

-Siz Türkler, esirken bile bize sanki biz esirmişiz gibi bakıyorsunuz. Haddini bil. İstesem şimdi seni parçalara bölerim…

Rauf, Mavros’un bu aciz halini gördükçe, onu ciddiye almadığını daha çok göstermeye başladı. Dudakları hafifçe yukarıya kıvrıldı. Mavros’la dalga geçiyordu. Hele hele göz bebeklerine yerleşen; karşı tarafı bitiren alaylı bakışlar Mavros’u çılgına çeviriyordu. Bu kez Rauf’un yüzüne bir tekme savurdu. Aldığı darbelerin sonrasında, Rauf’un yüzünden oluk oluk kan geliyordu. Lakin kahraman Türk bana mısın demiyordu. Kanlı yüzüne yerleşen mahveden bakışlarıyla Mavros’u ezmeye devam etti. Rum, Rauf’u öldürmeyecekti. Zira, Türk Mücahitlerinin lideri olan bu kısa boylu, iri yüzlü ancak mangal gibi yüreği olan kahramanın; o çok güvendiği Türk Silahlı Kuvvetlerinin Rumlar karşısında dağılışını görmesini çok istiyordu. Rauf’u öldürürse, bunun tadını çıkartamazdı. Mavros, kudurmuş bir köpek gibi ağzından salyalar aka aka, hemen yanındaki; iri gövdesiyle bir kamyon tekerleğini çağırıştıran sarı saçlı Rum gerillaya dönerek şöyle dedi:

-Bunu diğerlerinden ayrı bir yere koyun. Sabaha kadar işkence edeceksiniz. Ancak öldürmeyeceksiniz. Ölürse işte o zaman sizi ben kendi ellerimle gebertirim. Anladınız mı ulan köpoğulları…

Korkak biri olduğu vücut dilinden açıkça anlaşılan gerilla; titreyen sesiyle, henüz Türk’ün gücüyle karşılaşmamış olan liderine şöyle cevap verdi:

-Merak etmeyin efendim. Biz ona ne yapacağımızı çok iyi biliriz…

O esnada, sabah saatlerinde çocukluk aşkı Rauf’un Rumların elinde esir olduğunu öğrenmiş olan Aydın ilk günkü gibi aşık olduğu yârini gözlerinden kanlı yaşlar akıtarak düşünmekteydi. Aydın, o an için güvenlikteydi zira Türk Mücahitleri, Aydın ve çok sayıda Kıbrıslı Türk’ünü cansiperane bir şekilde kalleş Rumlardan korumaktaydı. Lakin her geçen dakika durum kötüye gitmekteydi. Rum komitacılar an be an Türk Köylerini ele geçiriyorlar, genç-yaşlı, kadın-çocuk demeden bütün Türklere eziyet ediyorlar; onları öldürüyorlardı. Mücahitlerin mühimmatları da çok azdı. Yiyecekler de ona keza neredeyse tamamen tükenmişti. Hiçbirisi dile getirmese de aslında aynı şeyi düşünüyorlardı: “ Türk Silahlı Kuvvetleri” hemen yardıma gelmezse bunun sonu çok kötü olacaktı. Gözler ne zaman birbirleriyle kesişse hep aynı şey hissediliyordu. Bakışlar birbirlerinden kaçırılıyordu. Lakin umutlarını da kaybetmiyorlardı. Anavatan’a çok güveniyorlardı…

Dışarıda arsız bir yağmur başladı. Tükürür gibi yağıyordu. Evin dışında ıslak toprağın üstünde; dizlerini yukarıya çekerek ve kollarını dizlerinin üzerinde birleştirerek oturan Aydın hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Aklına, henüz gençlik yıllarında, mis gibi portakal çiçeği kokularının arasında, yâriyle gün batımını izledikleri o sözcüklerle ifade edilmesi mümkün olmayan ışıltılı anlar geldi. Bir Mayıs gününde Rauf; Aydın’ın kulağına onu deliler gibi sevdiğini fısıldamıştı. Gün ufukta yitip giderken, Aydın, sevdayla Rauf’un gözlerinin içine; Leyla’nın Mecnuna söylediği gibi; “ben de seni aşkım” diyebilmişti. Diyebilmişti demesine ama birazcık da utanmıştı. Sonrasında ince boynunu ilk ve son aşkı Rauf’un omuzuna koymuştu. Uzun süre öylece kalmışlardı. O akşam hayatları boyunca hiç unutamayacakları bir şey olmuştu. İki sevdalının parıltılı aşklarından dolayı doğa da çok mutlu olmuştu. Öyle ki; portakal çiçekleri, Aydın’ın ve Rauf’un büyülenmiş bakışları arasında kısa bir süre içinde portakallara dönüşmüşlerdi. Birisi görse bunun bir yanılsama olduğunu düşünürdü. Lakin hiç şüphe yoktu ki, her ikisi de aynı şeyi görüyorlardı. Kalpleri heyecandan yerinden fırlayacak gibiydi. Önce Rauf ayağa kalkmış, sonra da zarif bir şekilde sevgilisini ayağa kaldırmıştı. Çok kısa bir süre sonra portakallar gecenin karanlığında muhteşem bir peri masalını çağırıştırırcasına turuncu renkli lambalara dönüşmüşlerdi. Aydın heyecandan titreyen sesiyle Rauf’a şöyle seslenmişti:

-Bi tanem, bak bak, portakallara bak. Hepsinde aynı tebessüm var, gülüyorlar. Bize sevgiyle bakan gözlerine bak…

Aydın ve Rauf, aşklarını kutlayan binlerce anlatılmaz güzellikteki; büyülü ışıklar saçan portakalların etkisinde kendilerinden geçmişlerdi. Turuncu renk hiç kuşku yoktu ki; hiç bu kadar etkileyici olmamıştı…

Günün ağarmasına çok az bir zaman kalmıştı. Türk Jetleri gecenin sessizliğini bir kağıdı buruşturur gibi yok ediyorlardı. Rauf’unu düşünmekte olan Aydın, her tarafı çamur içinde olduğu halde, ayağa fırladı. Az önceki umutsuzluğun yerini, çiçeğe duran bir limon fidanının yaşama sevinci aldı. Yüreği bir kuş oldu. Neredeyse fırlayacaktı. Fırlayacak; kahraman Türk jetlerinin kuyruğuna takılacak, bir kuş olup Rauf’una uçacak, ona kavuşacaktı. Şahsiyetsiz bir şekilde saatlerdir yağmakta olan yağmur, Türk jetlerinin yok edici haykırışlarından olacak, kuyruğunu altına alıp defolup gitmişti…

Türk Birlikleri çok kısa bir süre içinde Rum komitacıların kuyruklarını birbirlerini bağladılar. Mazlum Türk Halkını, yüreksiz Rum'dan kurtarmışlardı. Rauf’ta köye giren kahraman Mehmetçik tarafından kurtarılmıştı. Mavros ve çapulcuları esir edilmişlerdi. Köyden ayrılmadan Rauf, Mavros’un karşısına geçti. Gözlerini kahredici bir füzenin hedefine kilitlendiği gibi, Mavros’un gözlerine dikti. Göz bebeklerine füzeden daha mahvedici alaycı bakışlar yerleşti Rauf’un. Kaderine razı olmaktan başka bir seçeneği olmayan Mavros, korka korka Rauf’a baktı. Rauf hiçbir şey söylemedi. Sadece baktı…

İki efsanenin kavuşması da anlatılır gibi değildi. Aydın, Rauf’una kavuştuğu anda gün bir anda akşama döndü. Herkesin büyülenmiş bakışları altında bu kez sadece portakallar değil, limonlar ve greyfurtlar da ışık demetleri altında iki sevgilinin kavuşmasına şahitlik ettiler…

Rauf, ölüm döşeğindeydi. Yarine; “sevemez kimse seni, benim sevdiğim kadar" şarkısını mırıldanıyordu. Rauf her zaman olduğu gibi biraz mahcuptu. Aydın, aşkının yüzünü okşadı. Yanağını Rauf’unun yanağına dayadı. Gözlünde bir damla yaş belirdi. Damla yavaşça aşağıya kaydı. Rauf’un incecik kalmış yüzüne kavuştu. Oradan da yüreğine aktı. RAUF VE AYDIN DENKTAŞ o an ölümsüzleştiler…

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.