14 Eylül 1509 DERSAÂDET

İstanbul daha önce hiçbir sonbaharı bu denli boğucu bir havayla karşılamamıştı. Adete toprak yanıyor, deniz kaynıyordu. Son bir kaç aydır ahalide iyiden iyiye huzur bozulmuştu. Sebepli sebepsiz kavgalar çıkıyor, cinayetler işleniyordu. Halk adeta çıldırmıştı. Kimse bunu uluorta dillendirmiyor lakin her cemaatte sohbetler aynı cümle ile başlıyordu. “Zulüm her yerde. Padişah bilmez mi bunu? Halk perişan halk sahipsiz.”

Havada bir ağıt kokusu vardı. Gökten yağmur değil de ah yağıyordu. Bu karamsarlık yüksek surları aşarak sarayı da ele geçirmişti. SULTAN II. BAYEZİD HAN oğullarının daha kendisi yaşıyorken girdikleri taht mücadelesi sonucu ruhunu amansız bir kedere hapsetmişti. Etrafında dönen entrikalar sağlığını öylesine bozmuştu ki sık sık buhran nöbetleri geçiriyordu. Bu ruhsal çöküntü nöbetinin en etkili olanına o cehennemin yaşanacağı gecenin akşamında harem-i hümayunun balkonunda yakalanmıştı. Belki de Vezir-i Azam Hadım Ali Paşa yetişmese padişah hazretleri oracıkta aklını yitirecekti.

Sultan Bayezid’de aklının artık ince bir çizginin üzerinde olduğunu anlamış olmalı ki mühim bir karar verip tahtı büyük oğlu Şehzade Ahmed'e bırakmaya hükmetti. Bu önemli karar daha en başından Şehzade Ahmed’i destekleyen Vezir-i Azam Hadım Ali Paşa için mükemmel bir gelişmeydi lakin şartlar henüz olgunlaşmamıştı. Sarayda çok önemli görevlerde bulunan birçok kişi de şehzade Selim tarafındaydı. Onlar bu kararı vaktinden önce öğrenirse planları altüst olabilirdi. Hadım Ali Paşa tüm bu detayları inceden inceye hesaplarken. Padişah histeri krizi sırasında çektiği şiddetli baş ağrısıyla şuuru yerinde olmadığı için, hekimbaşını veziri sanmış, ağzından “paşa kararımı verdim. Zira hiç tahammülüm kalmadı. Tahtı şehzade Ahmed'e bırakmaya hükmettim” sözünü kaçırmıştı. Şehzade Selim'e canı pahasına bağlı olan hekimbaşı saraydan çıkar çıkmaz hiç vakit kaybetmeden Selim’i destekleyen paşalara ve Piri Mehmed Çelebi’ye haber yolladı. Vezir-i Azam Hadım Ali Paşa bu gelişmeden habersiz Şehzade Ahmed'e bir mektupla durumu anlattığı saatlerde bir ulak Şehzade Selim'e yazılan mektubu ulaştırmak üzere atını dörtnala sürerek çoktan Trabzon sancak beyliğinin yolunu tutmuştu.

Sultan II. Bayezid Han hekimbaşının hazırladığı şurubun etkisiyle yatağından, ta ki gecenin en kör saatini yırtıp geçen o korkunç uğultuyu duyana kadar kalkamadı. Hava öylesine sıcaktı ki sağına, soluna dönerken vücudundan boşalan tere anlam veremedi. Zira Ağustos gecelerinin sıcağı bile böylesine bunaltıcı olmamıştı. Bir ara kalkmak istediyse de göz kapaklarının üzerine çöreklenen uykunun ağırlığını yenip kalkamadı ve tekrar daldı. Düşünde kemerli kapılardan geçerek uzun, dar ve basık bir koridorda yürüdüğünü gördü. Bir an öldüğünü düşündü zira yürüdüğü yer koridordan çok uzun bir mezara benziyordu. Bir vakit sonra koridor kanatlı bir kapının önünde son buldu. Kapı öğlesine kocamandı ki sanki boyu yerden arş-ı âlâya uzanıyordu. Sultan Bayezid’in şaşkınlığı bir süre sonra hayranlığa dönüştü. Çünkü kapının üzerine işlenmiş motifler olağanüstü güzellikteydi. Padişah bu sembollerin çoğunu daha küçük bir çocukken lalasından öğrenmişti. Ay’ın değişik şekilleri özellikle hilal, Güneş ve çizilmiş daha birçok gök cisimleri, kurt kafasını andıran bir yıldız kümesi, büyük bir ağaç, kocaman boynuzları olan bir geyik. Selçuklu kartalı. Çeşit, çeşit geometrik şekiller. Kapının sağ kanadına çizilmiş Hazreti Fatma’nın eli. Uç uca getirilmiş üç karenin oluşturduğu “beduh” denilen tılsımlı üçgenler. Esma-i Hüsna, dört meleğin adı, Hilye-i Şerif, Nübüvvet mührü, (Hz Muhammed’in kürek kemikleri arasında bulunan işaret) Kaside-i Burde, Mühr-ü Süleyman, Hz Ali’nin kılıcı Zülfikar, Kadem-i Saadet (Hz. Muhammed’in ayak izi) Kâbe ve uzay tasvirleri, Selvi, sümbül, karanfil motifleri. Ve daha niceleri…

Sultan Bayezid bu sembolik dizilimi bir yerden hatırlıyordu. Evet, kapının üzerindeki işaretlerin tamamı kardeşi Cem Sultan’ın tılsımlı gömleğinde ki sembollerdi. Bu gömlek hususi Cem Sultan’ın şahsına çok meşakkatli bir işçilikle yapılmıştı. Lakin Cem’e giymek nasip olmadığı için, Bayezid Han bu gömleğin yakasını dahi açtırmadan özel bir sandukaya kapattırıp kaldırtmıştı. Bayezid Han’ın yine yüreği daraldı. O esnada kapının kanatları içe doğru açılmaya başladı. Padişah eşikten adımını içeri atar atmaz, bu devasa odada altı basamakla çıkılan görkemli bir tahttan başka eşya olmadığını fark etti. Merdivenlerin başında durdu. Bir türlü kendinde basamakları çıkıp tahta oturacak takat bulamıyordu. Zira gençliğinde yakasına yapışan ve son yıllarda iyice azan nikris illeti uzun zamandır onu ava çıkmak ata binmek gibi sevdiği birçok meşgalesinden mahrum bırakmıştı. Padişah bunları düşünürken kendisine yaklaşan ayak sesiyle irkilerek arkasını döndü. Cem Sultan’dı bu usulca, lakin emin adımlarla yanına geliyordu. Bayezid Han öfkeyle karışık bir acıma hissiyle gözlerini yumdu. Gözlerini açtığında karşısında duran Şehzade Selim’di önünde saygıyla eğilerek padişah babasının eteğini öptü. Tekrar ayağa kalktığında imalı bir ifadeyle “Hünkârım neden tahtınıza çıkmıyorsunuz? Bu yüksekliği gözünüz mü almadı? Oysa hepi topu altı basamak altı yüz değil ya.”

Sultan Bayezid bu sözler karşısında kendinde en ufak bir hiddet hissetmedi. Çünkü bu naçar halinin öylesine farkındaydı ki ne söylese boştu. İki adım öne çıkıp oğluna iyice yanaştı. Gözlerini Şehzadesinin gözlerine kilitledi.

“Ey Osman oğlu! Şunu hiçbir vakit unutma. O tahta altı değil altı yüz basamakla da çıkılsa tahtın yüksekliği kibrin karanlığıyla gözlerini kör etmesin, eğer tahtını saltanatını koruyacak gücün kalmamışsa sadece bulunduğun yükseklik düşüşünün şiddetini artırır.”

Sultan Bayezid sözünü bitiremeden arkasından boynuna dolanan urganla dehşete düştü. Çıkardığı canhıraş seslerle tam canı çekilmişti ki Şehzade Selim küçük bir elin sırtına dokunuşuyla önce titredi sonra acı içinde dizlerinin üzerine çöktü. Aynı dakikada Sultan Bayezid’in boynuna dolanan urganda gevşedi. Sultan kesik kesik öksürerek canını çekildiği girdaptan söküp aldı. Başını kaldırdığında küçük bir oğlan çocuğu elindeki bir tas suyu kendisine uzatıyordu. Sultan suyu içince kendini daha iyi hissetti. Küçük çocuk sultanın yanında dikilmeye devam etti. Sultan çocuğun yüzüne bakamıyordu. Zira Oğuzhan’dı bu Cem Sultan’ın kıymetli oğlu yıllar evvel canını ferman buyurup aldırttığı talihsiz şehzade. Selim Şah düştüğü yerde kıvranıyordu. Gömleğini bir hışımla çıkarıp elini sırtında sızlayan yerine götürdü. Sultan Bayezid oğlunun yarasına bakınca biraz önce kendini öldürmek isteyen evladı için içi sızladı. Yalpalayarak acı içinde kapıya doğru yürüyen asi Şehzadesi Selim’in arkasından “Şir-Pençe bu” dedi. O sırada Şehzade Oğuzhan Sultan Bayezid’in elini tutup, sabah sultanın hiddetle parmağından çıkarıp attığı babası Cem Sultan’a ait olan yüzüğü yeniden padişahın şehadet parmağına taktı.

“Sultanım uyanın. Babam da ben de sizden razıyız. Zira devletimizin bekası uğruna verilen canın hesabı olmaz. Lakin Sultanım zulüm her yerde bunu böyle bilin. Adaletin tecelli etmediği toprak helak olmaya müstahaktır. Uyanın Sultanım. Ayet-i şerif derki;

“Hâsılı onlardan her birini günahları sebebiyle suçüstü yakaladık: Kiminin üzerine taşlar savuran rüzgârlar gönderdik, kimini korkunç bir sesle vurduk, kimini yerin dibine geçirdik, kimini de suda boğduk. Allah onlara zulmetmiyor, asıl onlar kendilerine yazık ediyorlardı.” (Ankebut)

Şehzade Oğuzhan biraz önce şehzade Selim’in acı içinde çıktığı kapıya doğru yürümeye başladı. Tam olarak kapının eşiğinde durdu ve arkasını dönmeden yorgun ama sert bir ses tonuyla “zulüm her yerde uyanın sultanım” diye bağırarak gözden kayboldu. Beyazıt Han tahta çıkan basamaklardan güç alarak ayağa kalmak için yeltendiğinde; yerden mi, gökten mi geldiği belli olmayan korkunç bir sesle tekrar yere kapaklandı. Sultan o an hissettiği acıyla kulaklarına mil sokulduğunu sandı. İki eliyle kulaklarını kapatıp haykırmaya başlamıştı ki kendi figanına karışan başka bir ses “sultanım uyanın” diye bağırıyordu. Bu sefer “uyanın” diye haykıran ses şehzade Oğuzhan’ın sesi değil de has odabaşısı Behruz Ağa’nın sesiydi. Sultan II. Bayezid Han hayatında gördüğü en kötü rüyadan kendisini bekleyen hazin istikbale uyandığı an, gördüğü rüyanın etkisiyle ruhunu ırgalayan derin kaygının yanı sıra; yatağını beşik gibi sallayan zelzelenin şiddetiyle kıyametin koptuğunu düşündü. O dar zamanda tüm hayatı gözünde canlandı. Behruz Ağa dev cüssesiyle sultanın üzerine çullandı. Sonra sultanın bitkin bedenini bir çırpıda kavrayıp kucağına alarak şehnişine (Balkon) çıktı. Sultan Bayezid kendisini hala gördüğü kâbusun içinde sanıyordu. Zira gördükleri gerçek olamayacak kadar cehennemi görüntülerdi. Ay’ın rengi kan kızılına dönüşmüş ve neredeyse arştan yere inecek kadar yakınlaşmıştı. Etraf gündüz olduğundan daha aydınlıktı. Cami minareleri ve bahçedeki ağaçlar yere eğilerek secde ediyor sonra tekrar ayağa kalkıyorlardı. Sarayın etrafındaki surlar rüzgârda dağılan kum tepeleri gibi yerle bir oldu. Sultanı asıl dehşete düşüren manzara denizden kabarıp adeta bir dağın yüksekliğine erişen dalgaların Dersaadet’e yaklaşıyor olduğunu görmesiydi. O an yeğeni Oğuzhan’ın okuduğu ayet dilinden döküldü.

“Kiminin üzerine taşlar savuran rüzgârlar gönderdik, kimini korkunç bir sesle vurduk, kimini yerin dibine geçirdik, kimini de suda boğduk.”

Sultan “Allah!” diye nida ederek titremeye başladı.

Bu hali korkusundan ziyade utancındandı. Kuran’da geçen ve helak edilen kavimleri anlatan Ankebut ayetini yaşamak için ne yapmış olabilirdi ki? İktidarında çok büyük günahların işlenmiş olması ve buna engel olamadığı düşüncesi onu kahretti. Ve Behruz Ağa’nın kollarında kendinden geçti. Bu öyle büyük bir felaketti ki depremin sarsıntıları Kahire’den ve Kırım’dan bile hissedildi.

Sultan II. Bayezid Han sabaha karşı sarayın bahçesinde kurulan çadırda kan çanağı olmuş gözleriyle bölük bölük olmuş toprağı seyrediyordu. Etrafına toplanan vezirleri ve komutanları sırayla felaketin büyüklüğüyle ilgili bilgiler veriyorlardı. O sırada Sultan Bâyezid, bu şiddetteki bir depremi, vezirleri ve komutanlarının halka yaptıkları zulmün bir sonucu olduğuna inanarak hiddetle bağırmaya başladı. "Zulüm ve fesadınız cevr ve bid'atınız elinden, mazlumların ahlarının ateşi, Allah'ın gazabına sebep olmuştur. Bu, sizin zulmünüzün semeresidir ki, işte ortaya çıktı." Dedi ve biraz ilerde devrilen bir ağacın yaprakları üzerinde namaza durdu.

Göz yaşları içinde secde ederken Adeta haykırarak “Ya Hak dilerim senden taht ve saltanatı zalim kullarına nasip etme”. Namazını bitirdikten sonra çadırına çekildi. Ve "tahtı şehzade Ahmed'e bırakmaya hükmettim.." Dediyse de kalbinden geçenin Selim olduğunu anladı..

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.