14 Eylül 1509 Yeni Saray

SULTAN II. BAYEZİD HAN son zamanlar da kendini alabildiğine zayıf, yaşlanmış ve naçar hissediyordu. Başına çöreklenen ve onu divane eden amansız ağrı artık neredeyse hiç dinmiyor, kulağını sessizliğe, gözlerini karanlığa ve bedenini yatağa mahkum kılıyordu. Düşüncelerini derdest eden faziletsiz sancı, o melun günün sabahında da derinlerden ölümün habercisi olarak gelen ve kıyamete emsal tutulan zelzelenin uğultusunu sezmişcesine hançer gibi sol gözünü oyarak kafasının ardına geçip yerleşti. Bu devasız sızıyı hissettiği an Sultan Bayezit’ ın başına taktığı değerli taşlarla işlenmiş kavuğu bile ona öyle bir ağırlık veriyordu ki sanki sarayını başında gezdiriyordu. İnleyerek gözünü göğsüne çevirdiğin de; göz bebekleri kalbinin üzerine koyduğu kırışmış ellerinde ki yüzüklere takıldı, yüzüklerden bir tanesi şehzade Cem Sultan’a aitti. Kardeşini anımsadığında benliğini yine derin bir öfke ve inceden bir acı sardı. İşte o anda dudaklarından Cem Sultan’a ait olan ve çok etkilenerek ezberlediği keder yüklü bir beyit döküldü.

“Ey şâh, gönlünü hoş tut, daima ye, iç, yaşa. Yoksa bu alçak dünyanın sonu vîrandır.”

Son aylarda neredeyse Cem’i anmadığı bir günü bile yoktu. Bayezid Han gözlerini sildikten sonra Cem Sultan’ ın yüzüğünü parmağından çıkartıp boşluğa fırlattı. Bir vakit sonra inleyerek “Taht, seni uğursuz kara delik” dedi. Bu uğurda Cihanın en büyük hükümdarı Sultan Mehmed Han’ın bile cenazesi ortada kalmamış mıydı? Kardeşi şehzade Cem’ le giriştikleri taht mücadelesi yüzünden ancak tahta çıktıktan sonra babasının na’şını kaldırabilmişti. O sıcakta Han babasının cenazesi etrafa yayılan feci bir kokuyla toprağa karışmıştı. Babasını anımsadığın da yine gözleri yaşardı “Canum babam, sen ki bir dağ iken ciğerin doğranarak mı ölecektin. Hekimlerin nefes alabilmen için kestikleri kaftanın da hala kokunu duyarım. Ülkün Roma’yı almaktı. Gebze sahrasında kâfir Venediklilerin rüşvet vererek kanına girdikleri hekim canına kıymasaydı amacına ulaşacaktın da..”

Bayezid Han o zamanları nasılda eziyet içinde geçirmişti. Evvelemirde tek meselesi Cem’le giriştiği saltanat kavgası gibi görünse de daha vahim meseleler tahta, padişahlığa eriştiğinde yıllarca hem zihnini hem saltanatını meşgul edecekti. En önemli mesele Kâfirlerin Cem’i yıllarca kendisine karşı kullanmalarıydı. Sultan ayağa kalkıp yatağına uzandı. Böylesine kötü hatıraları anımsamak başındaki ağrının şiddetini tahammül edilmeyecek bir sınıra getirmişti. Şu son günlerde Cem yetmezmiş gibi bir de yeğeni Oğuzhan’ın hayaleti yapışmıştı yakasına her yerde onu görüyor, rüyalarında bile dokuz yaşında ki çocuktan kaçıyordu. Evet, emir vermiş boğdurtmuştu Cem Sultan’ın ciğer paresi oğlu Oğuzhan’ı.

“ Kulum İskender!

Fermanım sana ulaştığı gibi bilesin ki, Gediği tepeledim: gerektir ki sen de Cem’in oğluna mecal vermeyip boğdurasın gayet mühimdir. Amma kimse vakıf olmaya şöyle bilesin alamet-i şerif (Tuğra) üzre itimad kılasın”

O vakitler Sultan Bayezid, oğulları Korkut ve Selim’i Cem Sultan’sa kıymetli oğlu Oğuzhan’ı ne gizli emellerle ne büyük umutlarla yollamışlardı İstanbul'a dedeleri Sultan Mehmed Han’ın yanına. Tüm şehzadeler devrin en büyük âlimlerinin elinde yetişmiş devlet yönetimini ve adabını daha çocukken Han dedelerinin dizinin dibinde öğrenmişlerdi.

Fatih Sultan Mehmet Han’ın ölüm haberi Amasya’ya ulaşınca Şehzade Bayezid yetişene kadar, Bayezid’in padişah olmasını isteyen devlet erkân-ı tarafından Pay-i Taht'ta olan onbir yaşındaki oğlu şehzade Korkut taht naibi ilan edilmişti. Bu görülmemiş bir kurnazlıktı. Agâh ve arif şehzade Korkut daha hayatının başında politik entrikalara alet edilmişti. “Korkut” diye inledi yaşlı sultan. Ecel kapısını erken çalmış dört oğlunu toprağa vermişti. Evlat acısı çok büyüktü. Ölüm Allah’tan geliyorsa buna sözü yoktu. Lakin kuldan gelen, ille de babadan, kardeşten, oğuldan gelen bu amansızlığa ne denmeliydi? En çok da Korkut onu kedere boğuyordu. Kardeşleri Selim ve Ahmet’in taht savaşının her halükarda ceremesini çeken Korkut olacaktı. On bir yaşında oturduğu taht belli ki onun kısmetin de kelebeğin ömrü kadardı. Allah ona bir oğulda vermemişti. Ziyan olacaktı Âlim Şehzade. Sultan Bayezid’in bir diğer şehzadesi Şehenşah Han Allah dostu bir münzeviydi, o vakte kadar kardeşlerinin taht mücadelesinde kendi adına dahli olmamış, hatta birçok kere çok sevdiği kardeşi Selim için “saltanata ondan daha layıkı yok” söylevini ulu orta dillendirdiği olmuştu. Şehenşah hiçbiri için tehlike arz etmiyordu. Sultan Bayezid tekrar Korkut’u düşününce acıyla yumdu gözlerini. Bir vakit sonra gözlerini tekrar açınca önünden sevgiyle gülümseyen bir çocuk geçti. Oğuzhan’dı bu. Sultan Bayezid sıkışan kalbinin sızısıyla nefessiz kaldı. Yeğeni Oğuzhan’ın katlinden sonra kardeşi şehzade Cem’den bir mektup almıştı. Bu mektup Sultan’ın yıllarca ciğerini yakmış, kimse bilmese de vicdanını un ufak etmişti.

"İşidelden Şah Oğuzhan’un şehîd olduğunı.
Derd ile oldı Frengistan’da Cem mecnûn felek.
Bir kılına virseler virmezdüm Oğuzhân’umun.
Genc-i kârûn ile bin mülket-i osmân felek.

...Felek! Sen benim canımı yaktın, ömrümün duvarını yıktın! Senin de çardağının söğüdü yıkılsın, başaşağı olsun!’’

Bayezid Han yattığı yerden doğrularak başucunda duran altın sürahiden, elinde tuttuğu değerli taşlarla süslü kadehe su doldurdu. Lakin suyu içemeden kadeh titreyen elinden düşüp yerde yuvarlandı. Altın kadehteki su, kesilen bir boğazdan fışkıran kan misali dört yana saçıldı. Sultan tıslayarak “Cem” dedi. “seni sefil, bırak yakamı. Bir sen mi bu âlemden acı çekerek geçtin? Ben... ya benim çektiklerim.. Her meclisten dili zehirliler daha mübarek babamızı toprağa vermeden fitne çıkarıp beni itibarsızlaştırmaya çalıştılar. 'Mehmed Han’ın ordusu Roma’yı almaya değil, Amasya’ya hareket etti. Han ordusuyla gözden düşen büyük oğlu Bayezid’in üzerine yürüyordu' Dediler. Bu asılsız dedikodu yetmezmiş gibi daha büyük iftira atıp babamıza bu hainliği 'bu işi şehzade Bayezid’in adamları yaptı. Sultan Mehmed’i Bayezid öldürttü' diye o büyük günahı üstüme yıkmaya çalıştılar. Durmadın Cem. Bana gönderdiğin arabulucularla kendinin Anadolu'da, benim Rumeli'de padişah olmamı, kan dökülmemesini talep ettin. Olacak iş miydi bu? Sana cevap virdüm. 'Hükümdarlar arasında akrabalık yoktur' deyu Cem neden yazgına razı olmadın? Kaçıp önce düşmanımıza sonra kâfire sığındın. Devletimizin bekası senin yüzünden yıllarca tehdit altında devam etti. Niye anlamadın. O devirde talihin benden yana tecelli ettiğini. Kabulümdür engin halk tabakaları, medreseler ve tarikat ehli âlimler tahta çok sevdikleri senin çıkmanı istediler. İlle velakin yeniçeriler kati surette beni istiyorlardı. Yeniçeriler 'Cem’i istemezük' diye nara atarak pay-i tahtı birbirine kattılar..”

Sultan Bayezid bir hışımla yatağından kalkarak, kabartma ipek halıların, şamdanların, vazoların, altın işlemeli perdelerin, çini sobaların, kıymetli tabloların, kristallerin, ipeklerin, som altın, yakut, inci ve elmastan yapılmış mücevherlerin büyüleyici bir ahenkle raks ettiği odasına boş gözlerle bakmaya başladı. Sendeleyerek şehnişine (Balkon) çıktı. Gözlerini önünde uzanan güzelliğe, göz kamaştıran zümrüt yeşili yamaçların, billur mavi ile kucaklaştığı ufuk çizgisine mühürledi.

İnleyerek, “İşte Dünya’da ki hırs sensin keskin çizgi âdemoğlu sana yaklaştıkça sen uzaklaşıyorsun. Cem, sende kâfir ellerinde Dersaadeti hayal ederek böyle baktın mı ufuk çizgisine? Ya da kaç kez benim baktığım yerden bakmayı düşledin?..”

Sultan Bayezid gülmeye başladı. Çok geçmeden aklını kaçırmış bir mecnun gibi attığı kahkahalar Balkonun her köşesinde çınlıyordu. Kahkahalarının ardı kesilince sesi ürkünç bir tınıyla hiddetlendi ağzından köpükler saçarak,“Seni olmaz olası hain kardeş. İşte ben bakıyorum saltanatıma hem de senin asla bakamayacağın yerden. Senin kavuşmak için sürgünle yaşadığın, kahrederek öldüğün her şey benim emrimde. Lakin huzur hiç benim olmadı kardeşim. Ah! Cem bir bilsen şimdi tüm cihan nasıl da manasız.”

Yaşlı Sultan bunu söylerken dizlerinin üzerine çöktü. Hiddetli sesi bir anda iniltiye dönüşmüştü. Sonra tekrar ayağa kalktı şehnişinin (Balkon) mermer trabzanlarının önünde durdu taşı sıkıca kavradı. Öfkesi tekrar şiddetlenmişti. Yine bağırmaya başladı. “Öldüğünü mü sanıyorsun bre gafil? Ölmedin. Yok edemedim seni. Ruhun benim evladım da Selim’de zuhur etti. 'Selim Şah' diyorlar ona. O devirde beni isteyen yeniçeriler şimdi gıyabında 'Şahımız' diye naralar atarak yüreklendiriyorlar isyankâr şehzademi, yoluna baş koymaya can atıyorlar. Füsunkâr kardeşim. Yüreğimin nasıl kavrulduğunu nereden bileceksin. Sen hepimizin tutuştuğu ateşin bize verdiği zayiatı değil sadece öz canının yanan yerindeki acısını bildin. Ne demiştin yazdığın mektupta 'Ey şâh, gönlünü hoş tut, daima ye, iç, yaşa. Yoksa bu alçak dünyanın sonu virandır'.. Viranmış kardeşim. Oğlum Ahmet benden kardeşlerinin katli için izin istediği gün anladım bunu. Mutlusundur şimdi? Sızlayan kemiklerin deva bulmuştur. Biz saltanat içün Han babamızın na’şını ortada koduk. Eden buluyor Cem. Gördün mü bak oğullarım ben yaşarken tahtım için taarruza geçtiler. İsyankâr evlatlarım. Allah’ım nasıl bir imtihandır bu. Öldüm mü ben ha öldüm mü? Bu hürmetsizliğin bedelini hepsi bir gün ödeyecek. Ata’nın yakasından tutup tahttan indirmekte ne oluyor.”

Bayezid Han boşluğa başkaldırmış vaziyette tehditler savuruyorken. Vezir-i Azam Hadım Ali Paşa sultanın omzuna dokundu. “Hünkârım hava epeyce soğudu. Maazallah hasta olmanızı istemeyiz. Uygun görürseniz içeri geçelim. Uzanın biraz. Hekimbaşını çağırttım size teskin olmanız için bir karışım hazırladı.” Sultan sadece “peki” diyebildi. Zira başka söz söyleyecek mecali kalmamıştı.

Hekimbaşı odadan ayrıldıktan kısa bir süre sonra, yatağına uzanmış kafası iki elinin arasında inleyen sultan, başucunda elleri mühürlü bekleyen Vezir-i Azam Hadım Ali Paşaya bakarak, “paşa kararımı verdim. Zira hiç tahammülüm kalmadı. Tahtı şehzade Ahmet’e bırakmaya hükmettim. Tahta çıkmazdan evvel ondan, benim, Korkut’un ve Şehenşah’ın canını bağışlamasını dileyeceğim. Ahmed’de Cem Sultan’la ne yaparsa yapsın kendi mücadele etsin. Gayri dayanamıyorum” dedi. Devlet yönetiminde çok tecrübeli olan Vezir-i Azam Hadım Ali Paşa Padişahın Cem Sultan dediği kişinin Selim Şah olduğunu ürpererek sezdi. Biran dehşete kapıldı. Padişah isyankâr kardeşi Cem Sultan’la isyankâr oğlu Şehzade Selim’i özdeş kılmıştı. İşte bu çok tehlikeli bir hissiyattı. Zira Sultan Bayezid’in ruhunun derinliklerinde kardeşine karşı hissettiği suçluluk duygusu son yıllarda handiyse dile dökülür boyuta erişmişti. Sultan Bayezid Ahmet’in adını dillendirerek onu Selim’in hedefine oturtacağını bilecek kadar himmetli bir padişahtı ve yine Selim’in iyice şirazeden çıkıp olmaz işlere kalkışacağını öngörecek kadar da devlet yönetimine hâkimdi. Sultan Bayezid oğlu Selim’e Cem demişti demesine de lakin oda çok iyi biliyordu ki şair ruhlu naif kardeşiyle, tam bir asker ruhu taşıyan gözlerinde kan, ağzında alev yuvalanmış oğlu Selim’in gece ve gündüz kadar farklı olduklarını. Padişahın bu buyruğunu Hafazanallah kimse bilmemeliydi. Özellikle de Selim. Yoksa o kayınpederi olacak akıl kethüdası Tatar Han’ını yanına çeker öyle bir sel olur dayanırdı ki kapıya bu suyun önünde ne bent kalırdı ne saray ne de saltanat. Tahtta altın tepside Selim’in olurdu. Böylece Sultan Bayezid’in ruhunun dehlizlerinde kardeşi Cem Sultan’a karşı duyduğu vicdan azabının da hesabı kapanırdı. Aslında Hadım Ali Paşa vakti zamanında sultanı uyarmıştı. Zaten Kırım Hanlığı’na hiçbir devlete verilmeyen ve verilmeyecek imtiyazlar verilmişti. Bu hanlık meşru vâris olarak kabul görmüştü. Tamam, kâğıda vurulmuş bir mühür yoktu. Lakin bu kararının tohumları Fatih Sultan Mehmet Han’ın devrinde yüreklere ekilmişti. O sebeple Bu denli ayrıcalıklı bir devletle akrabalık gereksizdi.

Hadım Ali Paşa bir gün bu mavi kan dayatmasının başlarına bela olacağını ta o vakitler sezmişti. Hadım Ali Paşa oracıkta kararını verdi. Önce Ahmet’e bir mektup yazıp tüm hadiseyi teferruatıyla anlatacak adımlarını ona göre atmasını tembihleyecekti. Ve derhal Padişah Hazretlerine bu kararının olası sonuçlarından bahsedip zinhar duyulmaması gerektiğini iyice nasihat edecekti. Evet, “kimse bilmemeli” dedi. Pekâlâ, cümle devlet erkânı ve Vezirler uzunca bir süredir padişahı Şehzade Ahmet’i veliaht ilan etmesi hususunda etki altına almışlardı. Bu tertibin başını ise Vezir-i Azam Hadım Ali Paşa çekiyordu. Lakin bu arzuları hala olgunlaşmış değildi. Henüz Yeniçeri ocağına nüfuz edememişlerdi. Paşa sarayın koridorlarında keyifsiz dolaşırken kendi kendine “zinhar kimse bilmemeli” deyip duruyordu. Gelgelelim Paşa bunları düşünürken Hekimbaşı, çektiği şiddetli baş ağrısıyla deliye dönen ve şuuru yerinde olmayan bu sebeple kendisini veziri sanan padişahın ağzından “paşa kararımı verdim. Zira hiç tahammülüm kalmadı. Tahtı şehzade Ahmet’e bırakmaya hükmettim” sözünü çoktan duymuştu. Saraydan çıkan Hekimbaşı hiç vakit kaybetmeden bahçede ekleyen çift atın çektiği arabasına binip evine ulaştı. Hemen güvendiği bir adamını görevlendirerek çok gizli ve ivedi şekilde Selim’i destekleyen paşalara ve Piri Mehmed Çelebi’ye haber yolladı. Mümkün olan en kısa sürede tebdili kıyafetlerle mekruh bir evde buluştular. Vezir-i Azam Hadım Ali Paşa daha saraydan ayrılmadan bir ulak atını dörtnala Trabzon sancak beyliğine çoktan sürmeye başlamıştı bile..

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.