Küçük çocuk okuldan çıktığında başlayan tipi, eve vardığında yerleri beyaza boyamıştı. Kapının zilini çaldı. Kısa bir süre sonra, 40 yaşlarındaki Zehra Hanım kapıyı açtı. Çocuk yan komşularını karşısında görünce şaşırdı. Kadının yüzünde zoraki bir gülümseme vardı. Ona annesinin neden kapıyı açmadığını sordu. Bunun üzerine kadın; adeta gardı düşen bir boksör gibi bocaladı. Yüzüne yakıcı bir keder çöreklendi. Toparlamaya çalıştı. Kapıyı kapattı. Kolunu dalgalı saçlı çocuğun omuzuna attı. Hiçbir şey söylemedi, söyleyemedi. Dar avludan geçtiler. Oturma odası kalabalıktı. Neredeyse bütün komşular oradaydı. Ali bu kalabalığın arasında Sinan dayısını, Saliha yengesini fark etti. Zehra Hanımın yanından sıyrılarak yengesine koştu. Korkudan kocaman olmuş gözleri kadından bir açıklama bekliyordu. Neden annesi kapıyı açmamıştı ? Neden bu kadar kişinin arasında canından çok sevdiği anneciğini göremiyordu ? Yengesi, çocuğa bir şey söyleyemedi. Ali akıllı bir çocuktu. O an aklına anneciğinin başına bir şey gelmiş olabileceği geldi. Dehşete düşmüş bakışlarıyla, Saliha Hanım’ın yanında duran, komşu kızı Sacide’nin kolunu çekiştirdi. Yalvaran bakışlarını genç kıza dikti. Ardından, yüzyıllardır infilak etmeyen bir volkan gibi tüm sesiyle odayı çınlattı, "Anneme ne oldu; söyleyin bana ne oldu Ona?..."

Karşı komşuları Mukadder Hanım, sedirden kalktı ve bir anne şefkatiyle ona sarıldı. Dizlerinin üzerine çöktü. Odadakilerin elem dolu bakışları arasında çocuğun gözlerine baktı. Annesinin şu an hastanede olduğunu ve tedavi gördüğünü söyledi. İlk söylediği doğruydu. Lakin ikinci söylediği; yani annesinin tedavi gördüğü pek doğru değildi. Otuz yaşlarındaki kadın öğlene doğru kullandığı penisilin sebebiyle hastaneye kaldırılmıştı. Zavallı kadın ne yazık ki, vücudunun penisiline alerjik bir reaksiyon geliştireceğinden habersiz olarak doktorun vermiş olduğu ilacı kullanmıştı. Bir süre sonra Şadiye Hanım fenalaşmıştı. Kocası Rafet Bey’de karısını apar topar tıp fakültesine yetiştirmişti. Yetiştirmişti yetiştirmesine ama maalesef doktorların yaptığı müdahaleler kadını tamamen yaşama çekmeyi başaramamıştı. Yoğun bakımdaydı. Doktorlar ümitsiz bakışları eşliğinde ağlamaklı olan adama; ellerinden gelen her şeyi yaptıklarını, zamanın ne olacağını göstereceğini söylemişlerdi. Doktor, kolunu Rafet Bey’in omuzuna koyarak, diğer doktorların söylemeye cesaret edemedikleri şeyi söyledi, "Kardeşim, her şeye hazırlıklı olun…

Adamcağız perişan bir halde dizlerinin üzerine çöktü. Başını iki elinin arasına alarak ağlamaya başladı. Diğer bir doktor güç vermek istercesine adamın omuzuna dokundu. Doktorlar bir süre sonra oradan uzaklaştı. Adam karısını o kadar çok seviyordu ki; artık kendini tutamadı. Hıçkıra hıçkıra ağladı. Babası Cemil Bey de çok kötü bir durumdaydı. Lakin oğlunun bu zor anlarında ona destek vermesi gerektiğini biliyordu. Oğlunun kendisinden yardım dileyen bakışları yaşlı adamı kahrediyordu. Mecali olmamasına rağmen tüm gücüyle oğlunu ayağa kaldırdı, sandalyeye oturttu. Küçük bir çocuğun yüzünü sever gibi, oğlunun yarısı kırlaşmış sakallı yüzünü sevmeye başladı…

Komşular bu acı gerçeği biliyorlardı. Kadının hastanedeki akrabaları telefonla durumu bildirmişlerdi. Evde adeta bir ölüm sessizliği vardı. Ümitli olmak istiyorlardı. Ama son gelen haberler ümitlerini güneşin yerde tutunmaya çalışan son kar tanelerini acımasızca erittiği gibi eritiyordu.

Ali birden çırpınmaya başladı. Delirmiş gibiydi. Sözcüklerle ifade edilemeyecek kadar hırçındı. Bağırışları belki de üç sokak öteden duyulmuş olmalıydı, "Anneme götürün beni, anneme !…"

Kendinden geçmiş bir şekilde hiç yoksa on defa böyle bağırdı. Komşular, sakinleştirmeye çalıştılar ancak başaramadılar. Çocuk çok yüksek bir şelaleden çılgınca aşağıya dökülen sular gibi kendisini tutmaya çalışanların ellerinden kurtuldu. Hiç kuşku yok ki, o an evrende hiç bir güç annesine ulaşmak için varını yoğunu ortaya koyan bu çocuğun önünde duramazdı. Dayısı daha fazla dayanamadı. Yeğenini annesine götüreceğini söyledi. Küçük çocuğa, mavi parkasını giydirdi. Boynuna yün atkısını kendi çocuğunun boynuna takar gibi taktı. Daha sonra, kolu yamalı deri ceketini giydi. Oradakilerin bütün olmazlarına rağmen yeğenini  yanına alarak adeta uçarak evden çıktı…

Hastaneye vardıklarında kar hızını daha da arttırmıştı. Acil girişindeki sandalyelerde, yoğun bakımda bulunan ve ölüm kalım mücadelesi veren Şadiye Hanım’ın ve kocası Rafet Bey’in akrabaları çaresizce beklemekteydiler. Çocuğun dayısı, güvenliğe; çocuğun annesini görmeyi çok istediğini söyleyerek onlardan içeriye girmek için izin istedi. İri kıyım bir güvenlikçi bunun mümkün olmadığını söyledi. Bunun üzerine ağlamamak için kendini zor tutan dayı, yalvaran bakışları eşliğinde en azından çocuğun içeriye girmesi için çırpındı. Kısa boylu diğer güvenlikçi o an yaşanan dramın farkındaydı. Şefkat dolu bir ses tonuyla, "Peki, sen çocuğu götür, annesini görsün. Sonra hemen geri getireceksin.."

Yoğun bakıma geldiklerinde bir köşede yerde adeta donmuş kalmış Rafet Bey’i gördüler. Biçare adam oğlunun ve kayınbiraderinin geldiklerini fark etmedil bile. Dayı, kız kardeşinin bulunduğu yoğun bakım ünitesinin önündeki hemşirelerden birine durumu anlattı. Onlar da, çok kısa bir süreliğine kadıncağızı görmelerine izin verdiler. Küçük çocuk annesinin yattığı yatağa yaklaştı. Daha önce annesini hiç böyle görmemişti. O an daha önce hiç tanımadığı acıyı tanıdı. Yüreği daraldı. Kalbi hızlı hızlı atmaya başladı. Ümitsiz bakışlarla izleyen hemşire çocuğun başını okşadı. Çaresizce annesine bakan Ali’nin gözlerinin önüne o an; Pınarbaşı’nda köşedeki mavi boyalı küçük pastanede yedikleri çikolatalı pasta günleri geldi. O günlerden bir gün çocuk annesine hiçbir zaman ayrılmayacaklarını söylemişti. Bunun üzerine her anne gibi sevda yüklü kadın, gözlerinin içine dağlar gibi yoğun bir sevgiyle bakarak, “Evet, yavrum” demişti…

Ali, anneciğinin incecik bileğine dokundu. Daha sonra küçücük kalmış yanağını okşadı, öptü ve boynunu koklamaya başladı. Kısa bir süre sonra, çocuğun orada bulunan herkesi hıçkıra hıçkıra ağlatan şu sözleri işitildi:

-Güzel annem, canım annem. Kalk. Kalkmak zorundasın. Birbirimize bir söz verdik. Caymak yok. Benim gül kokulu annem verdiği sözden dönmez. Evimize gidelim. Ben sana herkeslerden daha iyi bakarım. İlaçlarını öpe öpe veririm güzel gözlü anneme. Kalk ne olur kalk. Beni yalnız bırakma. Bırakmayacaksın değil mi güzel annem?...

Bir süre sonra doktorları ve hemşireleri şaşkına çevirecek bir şey oldu,

Önce kadının bir elinin küçük parmağı titredi,

Sonra diğer parmakları hareket etmeye başladı,

Göz kapakları yavaşça oynadı,

Dudakları kıpırdadı,

Gözlerini araladı,

Ve Onu gördü..

Gözleri kenetlendi birbirine,

Küçük çocuk annesinin yanaklarını sevmeye başladı.

Anne zoraki de olsa gülümsüyordu,

Ali’nin sesi yankılandı var olan her yerde, "Sözünü tutacağını biliyordum.."

Anne belli belirsiz başını salladı,

Baba ve dayı sevinçten ne yapacaklarını bilemediler,

Mutluluk dolu ifadelerle birbirlerine bakakaldılar.

Doktorlar, hemşireler gülümsüyorlardı.

Su kadar berrak bir gerçek vardı,

Evrenin ruhu,

Bir anneyi,

Yavrusundan asla ayırmazdı..

Ertesi günü kadını yoğun bakımdan çıkardılar,

Daha çok usta bir komedyene benzeyen güler yüzlü doktor,

Kalın mercekli gözlüğünün üzerinden bakarak o gece annesiyle hastanede kalabileceğini söyledi,

Ali gece boyunca anneciğini kokladı,

Öpmelere kıyamadı,

Zaman durdu…

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.