O sabah bütün Mahfel çalışanlarında tarifi imkansız bir heyecan vardı. Zira. Mustafa Kemal Paşa, İsmet Paşa, Sanayi Bakanı, Bursa Milletvekilleri ve Bursa Valisi öğleden sonra güzelliğini çoktandır işittikleri Mahfel’e gelecekler ve anlatılmaz güzellikteki manzara karşısında enfes çaylarını yudumlayacaklardı. Hummalı hazırlıklar sabahın ilk ışıklarıyla başlamıştı. Ocakçı Recep Usta, önceki geceden tüm çalışanlarına gün doğarken gelmelerini; geç kalanın gözünün yaşına bakmayacağını üstüne basa basa söylemişti. Aslında Recep Usta, bu çocukların vaktinden de önce orada olacaklarını biliyordu…

45 yaşlarındaki, geniş omuzlu Recep Usta, herkesten daha heyecanlı gözüküyordu. Garsonları İlhan’ı, Reşit’i, Feyzullah’ı ve Can’ı, ana caddeye en yakın masaya oturttu. Kendisi de bir sandalyeye oturdu. Söze başladı:

-Çocuklar, bildiğiniz gibi, bugün bizim için çok büyük bir gün. Öğleden sonra gelecekler. O saate kadar, Allah’ın izniyle, elbirliğiyle bütün hazırlıklarımızı tamamlamış olacağız. Hepiniz canınızı dişinize takacaksınız. Şimdi yapacağınız işleri sıralıyorum. Aklınızda iyi tutun. Reşit, oğlum. sen, çay bahçemizin her köşesini tertemiz süpüreceksin, güzelce yıkayacaksın. Bunu bir de öğle vakti yapacaksın. Sonra da yeni masa örtülerini sereceksin. Can, oğlum, sen, birazdan pastaneden en güzel pastaları alıp geleceksin. Feyzullah, İlhan, oğlum, sizler de, kapalı bölümümüzün temizliğini yapacaksınız. Sonra da, bana yardım edeceksiniz…

Hepsinin gözleri ışıl ışıldı. Özellikle Mustafa Kemal Paşa’yı ve İsmet Paşa’yı yakından görecek olmanın ve hele hele onlara servis yapacak olmanın gurur ve mutluluğunu yaşıyorlardı. Recep Usta’da onlara çok güveniyordu. Zira, bu gençlerin hepsini kendisi yetiştirmişti. Onları adeta ilmik ilmik işlemişti. Hiçbir şeyin aksamayacağından emindi. Babacan tavırlarıyla Recep Usta koca ellerini sertçe birbirine çarparak: “Hadi bakalım çocuklar, iş zamanı, Allah utandırmasın” dedi…

Saat bire doğru bütün hazırlıklar tamamlandı. Dörde doğru misafirler teşrif ettiler. Recep Usta ve garsonları misafirlerini layığıyla ağırladılar. Her şey yolunda gitti. Recep Usta’nın ve garsonlarının mutlulukları bakışlarına yansıyordu…

Şiir gibi ilkbahar rüzgarları, akşam gökyüzündeki tahtına kurulurken, Mahfel’deki ağaçların dallarındaki çiçeğe duran erikleri okşuyordu. Recep Usta, kendi çocukları kadar çok sevdiği garsonlarına yine o babacan tavrıyla şöyle seslendi:

-Hadi bakalım, karnımız acıktı. Gidelim birer İskender yiyelim. Hak ettik..

Garsonlar, birbirlerinin gözlerinin içine mutlulukla baktılar. Can kendini tutamadı:

-Yaşşa be usta. Çoktandır da İskender yememiştim…

Bunun üzerine diğerleri de adeta birer çocukmuşlar gibi ustalarının yanına sokuldular. Recep Usta, çok duygulandı. Duygulandı duygulanmasına ama, bunu onlara göstermedi. O ustaydı. Çalışanlarını çok severdi. Ama gene de duygularını onlara göstermemesi gerektiğini düşünürdü. Mahfel’in kapısını kilitlediler. Oradan az ötedeki Devlet Tiyatrosu’nun yanında bulunan küçük ama bir o kadar da sevimli mavi boyalı İskender salonuna geçtiler. Usta, çocuklarına birer porsiyon İskender söyledi. Gidenler bilirdi. Bu küçük dükkânda İskender yeme şansına sahip olanlar, siparişleri masalarına gelmeden önce, çevre masalardan gelen o enfes tereyağı ve sosla harmanlanmış kokuyla kendilerinden geçerlerdi. Gene öyle olmuştu. Recep Usta’nın çocukları birer porsiyonla doymamışlar; mahzun mahzun ustalarının yüzüne bakmışlardı. Recep Usta, kimsenin duymayacağı bir sesle onlara şöyle seslendi:

-Doymadınız, değil mi eşşek sıpaları. Biliyordum zaten…

Çocukları sonradan gelen yarımları da afiyetle midelerine indirdiler. Recep Usta ise fark ettirmeden onları izliyordu. Dudaklarında hafif bir gülümseme belirdi…

İskenderlerini yer yemez hemen Mahfel’e geçtiler. Az sonra, yemeklerini yiyen müdavimleri çay ocaklarına akın edeceklerdi. Her zamanki hazırlıklarını tamamladılar. İlk müşteriler gelmeye başladılar. Çok geçmeden Mahfel, alışılageldiği gibi doldu taştı. Saat 10’a doğru, çay bahçesinin girişinde; bütün dünyanın hafızasına kazınan iki sima belirdi. Şen-şakrak bir şekilde birbirleriyle sohbet ediyorlardı. Recep Usta onları hemen gördü. Heyecandan yüzü kıpkırmızı oldu. Gelenler Mustafa Kemal Paşa ile İsmet Paşa idi. Lakin yanlarında diğer yetkililer yoktu. İki yakın dost ağır adımlarla Mahfel’e girdiler. Sağ taraftaki güzeller güzeli ağacın dibindeki masaya oturdular. Sohbetler o kadar koyulaşmıştı ki; hiç kimse onları fark etmedi. Recep Usta önde, garsonları arkasında koştura koştura dünyanın bu en güçlü iki kişisinin yanlarında soluğu aldılar. Bunun üzerine diğer müşterilerin ilgileri bir anda o masaya yöneldi. İnsanlar gözlerine inanamadılar. Mustafa Kemal Paşa ve İsmet Paşa hemen yanlarında oturuyorlardı. Müşteriler adeta birer çocuk gibi kendilerini tutamadılar, oturdukları masalardan fırlayarak bu iki ışıltılı insanın yanlarına geldiler. Misafirlerin ellerine sarıldılar. Yaşlı olanlar bile minnet duydukları iki Paşanın ellerine sarıldılar. Mustafa Kemal Paşa ile İsmet Paşa, tez bir hareketle ayağa fırlayarak buna mahal vermediler. Aksine onlar yaşlı olanların ellerinden sevgiyle öptüler. İnsanlar heyecandan ne söyleyeceklerini, ne yapacaklarını bilemiyorlardı. Kimisinin adeta nutku tutulurken, kimisinin de heyecandan sesi titriyordu. Lakin, hepsi, tüm kalpleriyle misafirlere, “Hoş geldiniz efendim” diyebildiler. Bakışlarında sadece minnet yoktu. Belki de ondan çok daha fazla sevgi vardı. Ve bu sevgi hiç şüphe yoktu ki, su kadar berrak bir sevgiydi. Mustafa Kemal Paşa ile İsmet Paşa’nın bu güzel insanlara bakışları da sevgi doluydu. “Hoş bulduk” dediler. Arada zor seçilen Recep Usta’nın her Türk gibi güçlü sesi işitildi;

-Paşalarım, hoş geldiniz. Sizleri bir kez daha ağırlamak.. Bu anlatılır gibi değil. Ne iyi ettiniz de geldiniz. Tekrar tekrar hoş geldiniz.

Gecenin karanlığı Recep Usta’nın gözünden süzülen mutluluk gözyaşlarını gizlemeye çalışıyordu. Lakin Mahfel’in ışıkları oyun bozanlık ediyordu. İki Paşa bunu gördü. Onlar da duygulandılar. Kırk yıllık dostlarına söyledikleri gibi orta yaşlı ustaya: “ hoş bulduk” dediler. İnsanlar istemeye istemeye masalarına döndüler. Lakin o andan itibaren yapabilecekleri yegâne şey, gözlerini kırpmadan bu muhteşem iki insanı hayran bir şekilde izlemek olacaktı…

Mustafa Kemal Paşa, Recep Usta’nın elinden çıkan tadına doyulmaz çaydan bir yudum alırken, dostuna şöyle dedi:

-İsmet, biliyor musun; ne zaman bu güzel şehire gelsem, içime bir hüzün çöker. Bu öyle büyük bir hüzündür ki, çaresizliği hissederim…

İsmet Paşa, elindeki ince belli bardağı masanın üzerine koydu. Sonra yavaşça başını yukarıya kaldırarak dostuna sordu:

-Neden Paşam?

Mustafa Kemal Paşa, Çekirge tarafına doğru başını çevirdi. Bir süre öylece kaldı. Sonra İsmet Paşa’ya bakarak:

-İsmet, söylesene, neydi Karagöz ile Hacivat’ın günahı. İnsanları güldürmekten, onları mutlu kılmaktan başka ne yaptılar.. Orhan Gazi, onların işçileri çalışmaktan alıkoyduklarını düşünmüş.. Nasıl bir düşüncedir bu; sen, kimseye kötülük etmeyen ve hatta karıncayı bile incitmeyen iki günahsızın boynunu vurdurt. Gözlerimin önüne o an ki hayal kırıklıkları geliyor İsmet. Canlarının acısından çok buna kahrolmuşlardır. Hele o; ölüm anındaki sitemli ve kahreden bakışları. Lakin şuna eminim ki, iyi bir insan olan ve dünyayı titreten bu muhteşem hükümdar, bunun vicdan azabını muhakkak yaşamıştır…

İsmet Paşa, Mustafa Kemal Paşa’nın duygu yüklü bu konuşmasından çok etkilenmişti. Bir cevap vermeye çalıştı. Lakin buna muvaffak olamadı. Başını belli-belirsiz sallamakla yetinebildi…

Çaylar tazelendi. Vakit gece yarısına yakındı. O an hiç kimsenin beklemediği bir şey oldu. Bursa’nın bütün ışıkları aynı anda söndü. İnsanlar, önce, bunun bir elektrik arızasından kaynaklandığını düşündüler. Lakin, çok kısa bir süre içinde yanıldıklarını anlayacaklardı…

Daha önce hiç bilinmeyen renklerle donanmış devasa sahne ışıkları, Bursa semalarını gündüze çevirmişlerdi. Bursa’nın her yerinden rahatlıkla görülebilen bu gökyüzü sahnesinde kısa bir süre sonra, Karagöz ve Hacivat sahne aldılar. Herkes gibi etten-kemiktendiler. İşlerini yapıyorlardı. Yüz binlerce Bursalıyı aynı anda güldürüyorlardı. Çoluğuyla-çocuğuyla, genciyle-yaşlısıyla. Yalnızca Mustafa Kemal Paşa ile İsmet Paşa gülmüyorlardı, belki de gülemiyorlardı. Zira onlar, az sonra Karagöz ve Hacivat’ın kendi dramlarını olanca çıplaklığıyla gözler önüne sereceklerini biliyorlardı. Çaresizce gökyüzü sahnesini izliyorlardı. Ne acıdır ki, dünyanın gelmiş geçmiş en kuvvetli iki komutanı bile az sonra yaşanacak ve yürekleri söküp çıkartacak drama engel olamayacaklardı…

Yüz binlerce Bursalının kahkahaları yavaş yavaş azalmaya başladı. İnsanların dehşetten büyüyen gözleri arasında, gökyüzü sahnesindeki yeşil-sarı-kırmızı-mavi-turuncu renklerle cümbüş yaratan sahne ışıkları yerlerini, mahveden tek renk olan koyu griye bıraktılar. Sahnede şimdi sadece Karagöz, Hacivat ve iki cellat vrdı.. Cellatlar görevlerini büyük bir başarıyla (!) gerçekleştirdikleri anda. Bütün Bursa acılar içinde haykırmaya başladı. Karagöz ve Hacivat’ın boyunlarından kanlar oluk oluk akıyordu. Lakin, bu iki komik insan o an zerre kadar acı duymuyorlardı. Zira o acıyı o an Bütün Bursa yaşıyordu…

Mustafa Kemal Paşa ve İsmet Paşa, başları ve gövdeleri birbirlerinden ayırılmış olan Karagöz ve Hacivat’a olan sevgilerini ve saygılarını göstermek için ayağa kalktılar. İkisinin de gözleri yaşlarla doluydu. Zaman durdu…

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.