Öğle Namazını müteakip kılınan cenaze namazında, kısa boylu, başı adeta omuzuna yapışık gibi duran Hoca, önündekilere sordu:

- Merhumu nasıl bilirdiniz?...

Namaz kılanların sayısı taş çatlasa on beşti. Bu soru beklenen bir soru olsa da, insanlar bir süre birbirlerinin yüzlerine baktılar. Cevap veremediler. Ne diyeceklerini bilemiyorlardı. Doğruyu söyleseler; “Bırak şu tefeciyi, Allah cezasını verdi; bugüne kadar kaç kişinin yuvasını yıktı. Sonunda müstehakını buldu” diyeceklerdi. Lakin böyle diyemediler. Ön sırada durmakta olan, 80’ine yakın uzun sakallı adam, adet yerini bulsun diye zoraki seslendi:

- İyi bilirdik..

Diğerleri ağzını açmadı. Hoca da, ölen kişinin kötü bir insan olduğunu biliyordu. Biliyordu bilmesine ancak o da işini yapmak zorundaydı. İstemeye istemeye tabutu sırtladılar. Camiye çok da uzak olmayan mezarlığa götürdüler. 70 yaşında ölen tefecinin karısı yirmi yıl önce onu terk etmişti. Çocukları yoktu.

Tefeci Cemal kendisine muazzam bir servet yapmıştı. Ölene kadar da, hiç vicdanı sızlamadan, üzerinde gözyaşları olan paraları yemişti. Dünyayı gezmiş, vur patlasın çal oynasın diyerek ve her şeyin bu dünyadan ibaret olduğunu sanarak keyif çatmıştı. Darda kalan konu-komşuya, çok sayıda insana yüksek faizlerle paralar verir, geri alamadıklarını insanlıktan uzak adamlarına havale ederdi. Onlar da, zaten zor durumda olan bu insanları fena halde döverek ellerinde ne var ne yok alırlardı…

Kavuran bir eylül güneşi vardı. Mezarın başındakiler, boncuk boncuk terliyorlardı. Mezar kazıldı. Adamın cansız bedenini birkaç metrekarelik mezara bıraktılar. Üzerini toprakla örttüler. Hoca duasını okudu. Sessizce uzaklaştılar…

O gece daha da sıcaktı. Mezarcı Lütfü, mezarlığın girişindeki küçük odasında uyuyakalmıştı. Uyandığında saat on biri bulmuştu. Hararet basmıştı. Uzun boylu adam, tahta masasının köşesinde duran sürahiye uzandı. Metal bardağına su koydu. Kana kana içti. Bir bardak daha koydu. Onu da aynı hararetle içti. Terden üzerine adeta yapışan kısa kollu mavi gömleğini çıkarttı. Hemen karşısındaki askıda duran gri olanı giydi. Tekrar sandalyesine oturdu. O gün işleri çok çalışmıştı. Bu yüzden de odasında olduğu yerde uyuyakalmıştı. Bekardı. Bekleyeni yoktu. Kendisini sersem gibi hissediyordu. Yavaşça ayağa kalktı. Tavanı alçak odasından yavaşça eğilerek dışarıya çıktı…

Mezarlıkta içkicilerin olup olmadığını kontrol etmek için yavaş yavaş yürümeye başladı. Çok büyük bir yer değildi. Gecenin ilerleyen saatleri olduğundan, caddeden gelen araç ve insan sesleri çok azalmıştı. Her tarafa iyice bir göz attı. Mezarlığın batı tarafındaki kapıya doğru yöneldi. Yarım daire şeklindeki kapıdan dışarıya çıktı. Kilitledi. Caddenin karşısına geçmek için kaldırımdan aşağıya indi. Birkaç adım atmıştı ki, mezarlıktan gelen; kulakları sağır eden bir uğultu işitti. Aklından, kuzey kapısını alçak duvarlarından atlayıp içeri giren içkicileri geçirdi. Çok defa kovalamıştı onları…

Sinirlendi. İçinden; “La Havle” çekerek sertçe geriye döndü. Geldiği kapıdan içeriye girdi. Uğultu artıyordu. Fakat bir gariplik vardı, zira bu uğultu sesleri ne insan ne de hayvan sesine benziyordu. İçini bir ürperti aldı. Cesaretini topladı. Uğultular, mezarcı kulübesinin güneyinden geliyordu. Seslerin geldiği yöne ağır adımlarla yürüdü. Ürpertinin yerini korku aldı. Aklına, her ihtimale karşı bir kürek almak geldi. Geriye döndü. Odasının önündeki küreklerden birini aldı. Tekrar oraya yöneldi. Bir müddet sonra, insanın aklını alacak uğultular bıçakla kesilir gibi kesildi. Köpekler ulumaya başladı. Uğultunun yerini acı inleyişler aldı. Çok geçmeden de kahreden hıçkırıklar işitti mezarcı.. Ne yapacağını bilemiyordu. İşini yapması gerekliydi. Lakin çok da korkuyordu. Bunlar, içkicilerin işi olamazdı. Onların seslerini iyi tanırdı. Farklı bir şeyler olduğundan emindi. Kalbi adeta yerinden fırlayacakmış gibi atıyordu. Nemli havaya rağmen, korkudan soğuk soğuk terliyordu. Kaçıp gitmeyi düşündü. Yapamadı. Bildiği bütün duaları okuyarak hıçkırıklara doğru iyice yaklaştı. Aniden bir rüzgar çıktı. Oysa ki kaç gündür yaprak kıpırdamıyordu. Ayın yüzünü bulutlar örttü…

Mezarcı Lütfü gördükleri karşısında gözlerine inanamadı. Göz bebekleri kocaman olmuştu. O gün gömülen tefeci Cemal’in mezarı açıktı. Topraklar sağa sola yayılmış devasa kum tepeleri gibi gözükmekteydi. Hıçkırıklar, tiz çınlamalara dönüştü. Orta yaşlı adam, mezara doğru eğildi. Yaşlı adamın kefeni kapkara olmuştu. Tefeci yavaş yavaş hareket ediyordu. Kafası tamamen arkasına döndü. Toprakların arasından koca yılanlar, çiyanlar peydah oldu. Adamı sardılar. Kefeni parçaladılar. Kimisi gözünü oyuyor, kimisi burun deliklerinin arasından süzülüyor, kimisi de ağzından içeri giriyordu. Kapkara bir yılan Cemal’in boğazına dolandı. Sıkmaya başladı. O esnada, tefeci Cemal’in gözleri; mezarcının dehşet dolu gözleriyle çakıştı. Cemal, çektiği dayanılmaz acılarla, mezarcıya “yardım et” der gibi bakıyordu. Mezarın üzerinde kuşlar gözüktü. Onlarcaydı. Bağırıyorlardı. Gök gürültüsünden farkı yoktu bağırışlarının. Mezarcı kafasını gökyüzüne kaldırdı. Kuş sandıkları şeyler, kuş değillerdi. Ay ışığının alacakaranlığa çevirdiği gecede, mezarın üzerinde birer heyula gibi dönüp duruyorlardı. Mezarcı başını mezara çevirdi. Aynı anda binlerce yılan, çiyan başını zavallı mezarcıya çevirdi. Hepsinin yüzü insan suretlerine dönüştü. Gözlerinde yaşlar vardı. Ağlıyorlardı. Mezarcı, içlerinden birini tanıdı. Geçen sene ölen Selahattin Bey’di. Çaresiz adam, tefeci Cermal’den borç almak zorunda kalmış lakin parayı ödeyememişti. Bunun üzerine Allah korkusu olmayan Cemal, yaşlı adamı fena halde dövdürtmüştü. Mahallelinin gözü önünde olmuştu bütün olanlar. Adamcağız ondan sonra iflah olmamış, çok geçmeden de ölmüştü. Mezarcı Lütfü diğerlerini de yavaş yavaş tanımaya başladı. Zira evi, Cemal’in evine yakındı. Tefecinin kurbanlarının çoğunu tanırdı…

İnsan suretleri tekrar yılanlara, çiyanlara dönüştü. Tepede dönüp durmakta olan iri kuşlar, adeta sözleşmiş gibi, tefecinin mezarına yöneldiler. Hızla saldırdılar. Tefeciyi uzun ve sivri gagalarıyla delik deşik ettiler. Tefecinin yalnızca göz oyukları kalmıştı. Gece karanlığından daha karanlık bir siyahlık yerleşti oraya.

Mezarcı oradan uzaklaştı,

Her şeyi anlamıştı,

Olanı biteni kendi gözleriyle görmüştü,

Gerçeği,

Hiç kimsenin yaptığı yanına kalmıyordu,

Er ya da geç,

Gözyaşları içinde bırakılan, hakkı yenilen insanlar,

Gerçek hayatta değil,

Lakin, hesap gününde,

Yılana da,

Çiyana da,

Kuşa benzeyenlere de dönüşüyorlardı..

Amanlar, yakarışlar kifayetsizdiler..

Vakit hesap vaktiydi;

Kesilmeliydi,

Kesilmişti,

Kesilecekti…

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.