Gerçek bir seyahat, astral bir seyahate dönüşebilir mi?

“Ne alaka” demeyin… Anlatayım…

Moda, tekstil, tasarım bölümü halk eğitim kurslarında öğretmenlik yapmış bir partilimiz var. Emekli, yaşı 70’in üzerinde bir kadın, eşini kaybetmiş, evlatları ile birlikte yaşıyor. Hayatını, Oğuz boyları Türkmen ve Yörüklerin Orta Asya’dan çıkışları ve o çıkıştan sonra bilhassa Anadolu üzerinde nerelere yerleştikleri, göç hareketleri, aile şecereleri, giyim kuşamları, gelenek görenekleri, örf ve adetleri konularına adamış, bilgi birikimi olan ansiklopedi gibi bir insan…

Az çok zeki bir insanımdır ama hocam anlatmaya başladığında, bazı yerlerde zekâmın yeterli olmadığı hissine kapılmıyorum değil hani…Neyse! Hocam zaman zaman “Oğuz boyları Türkmen ve Yörük Beyleri düğünleri, gelenek görenek, örf adetleri, kaftan defilesi ve kına geceleri” adı altında bir koreografi sunumu yapıyor.

Daha önce Mudanya ve de Fidyekızık’daki etkinliklerinde beraber çalıştık.

Ben bazen yazarım hatırlayacaksınız; ben ırgat çocuğuyum, benim genlerimde ırgatlık var diye… Hocama da gönüllü olarak ırgatlık yapıyorum, bu etkinliklerinde… Ben ırgatlıktan yerinmem, çalışkan olmak insana en yakışan erdemlerden biridir. Zamanı boşa geçirmektense; bir işle meşgul olmak, her zaman cazip gelmiştir bana.

Hocam şimdi Bodrum Kalesi’nde yeni bir etkinliğe imza atmak için yaşından beklenmeyecek bir performans ile çalışıyor ki; bazen onun hızına yetişemediğimiz oluyor..

Bu etkinlik ile ilgili resmi dairelerle görüşmek üzere benden Bodrum’a gitmemizi istedi; ben de “başüstüne Hocam” dedim ve yola çıktık.

Pazar gününü Pazartesi’ye bağlayan gece yarısı eşimle birlikte Hocamıza yoldaş olup, Bodrum’a doğru yola çıktık. Giderken Hocam, Denizli Acıpayam İlçesi ve yakınındaki Kumavşar Mahallesine uğramamızı istedi; o isteğine de “başüstüne Hocam” dedik. Acıpayam yolu üzerinde şehirlerarası yollarda her zaman bulunamayan bir boşluk bulunca; “bu boşlukta biraz dinlenelim, hem kahvaltı niyetine bir şeyler atıştırırız” dedim. Kabul gördü, arabamızı park ettik. Alanda bir çeşme vardı, elimizi yüzümüzü yıkadık. Daha sonrada, karı koca bölge insanlarının yiyecek içecek sattıklarını fark ettik. Onlara doğru yürüdük, selamladık, müsait olan masa etrafındaki sandalyelere oturduk.

"Çay içer misiniz?.." diye sordular, ben, kendilerine demlediler, bize de ikram edecekler sandım baştan ama dediğim gibi satıyorlarmış. “İçeriz tabi ki” dedik. Bu arada Hocam, anlatmayı da çok seviyor; bölge insanlarına, “nereden geldiniz, nereye gidiyorsunuz, soyunuz sopunuz nedir, ailenizin lakabı nedir” gibi sorular yöneltmeye başladı. Konu konuyu açtı; insanlar Hocamın anlattıklarından etkilenmiş olacaklar ki; “Durun; biz, size şimdi birini çağıracağız, o bu konulara vakıftır, daha detaylı konuşursunuz” dediler. Sanırım 10 dakika içinde saçları omuzlarında sakallı kara kuru bir genç geldi. Sonradan öğrendiğime göre 44 yaşındaymış, oysa daha genç gösteriyordu.

Bir tanışma faslından sonra yavaş yavaş ilerleyen muhabbet, ilginç bir yöne doğru ilerlemeye başladı. Kardeşimiz 3 üniversite bitirmiş, bölgede çok eski uygarlıklarla ilgili resmi bir kuruma bilgi toplama görevindeymiş. Bulunduğumuz nokta itibarıyla muhabbet içinde öğrendiğimize göre deniz seviyesinden 1400 metre yükseklikteymişiz ve bu yükseklik insanın yaşaması için en uygun yükseklikmiş.

Genç kardeşimiz biraz fazlaca okumuş gibi geldi bana… Çünkü anlattıklarını dinledikçe konudan konuya yapılan bağlantıları anlamakta güçlük çekiyordum. Birbirine paralel iki evren üzerinden alan değiştiren insanın dünyaya giriş kapısının bölgede olduğunu, gelen ilk insanın mükemmel olduğunu sonra yavaş yavaş nitelik ve niceliklerini kaybettiğini söylüyor genç kardeşimiz.

Kendisinin İzmir’de Nato üssünde görevli bir Amerikalı komutanın spermi ile bölgede yaşayan soylu sayılabilecek bir kadının embriyosu ile birleştirilerek dünyaya geldiğini, yine kendisinin de tüp bebek yöntemi ile sperm bankasına sperm vererek 3 çocuk sahibi olduğunu, 3 yıldır kadınlarla olan cinsel yaşamını bitirdiğini, dünyevi bütün olayları terk ettiğini, karşımızda gösterdiği derme çatma çadırda yaşadığını, kesinlikle et, soğan ve sarımsak yemediğini anlatıyor. Vücudunun fit olmasını beslenme alışkanlığını değiştirmesine ve bölgede görevi gereği çok fazla yürümesine bağlıyor.

Arada muhabbet içinde kaçırdığım şeyler de var. Bizim olmayan aklımızı almaya çalışıyor delikanlı… Bilgiler zihninden taşıyor ve ortalığa saçılıyor. Toplayabildiğimizi topluyoruz, kalan sonsuzluğa karışıp gidecek tabii ki…

Konu kardeşimizin sırtındaki çantaya geliyor. Sırtından deri çantasını alıyor, bize gösteriyor ki; çantanın üstünde Türk kültüründe de olan “hayat ağacı” nın resmi var. Çantasını açıyor ve çantadan bir post çıkartıyor. Postun hikâyesini anlatmaya başlıyor. “Ben insani hayatımı terk edip buradaki çadıra yerleştikten sonra bir nevi İnsan-ı Kâmile giden serüvenimde bir basamak yukarı çıkabilmek için bir kurban kesmem gerekiyordu” diyor. “Ekonomik durumum iyi değil, geçmişten kalan çok az bir birikimim var. Bu birikim ile bir koç alabilmem zor görünüyor ama etrafa haber saldım, kurbanlık koç arıyorum” diye ilave ediyor.

Bir gün tesadüfen bölgede gezerken, sürü otlatan bir çobana rastlıyor kardeşimiz. Çobana selam veriyor, çoban selamı alıyor ama pek de oralı olmuyor. O esnada kardeşimiz sürüden bir koç ile göz göze geliyor ki; telepatik bir biçimde koç “senin aradığın kurban benim” diyor kardeşimize… Kardeşimiz koçun bakışlarından o kadar etkileniyor ki; çobana, “şu koçu ben çok beğendim, bana satar mısın” diye soruyor. Çoban da “vallahi o koç sürünün delisi, ben onu yakalayamam, sen yakalayabiliyorsan yakala, pazarlığını yapmak kolay” diyor. Kardeşimiz koça doğru yaklaşıyor, eline biraz yem alıyor, koça uzatıyor, koç bizim kardeşimizin peşinden yürümeye başlıyor. Hemen ayaküstü pazarlığa tutuşuyorlar ki; çok uygun bir bedelle koçu satın alıyor. Kardeşimiz önden koç arkadan vuruyorlar kendilerini yollara… Dost oluyorlar… Bu arada dostunun adını da “İsmail” koyuyor kardeşimiz.

Kurban olmak İsmail’lerin kaderidir, çok iyi bilirim bunu ben…

Daha sonra koçu kurban ediyor, derisini post haline getiriyor ve bundan sonraki hayatında İsmail’in postunu ölünceye kadar sırtında taşımaya ahdediyor.

Sohbetin içinde bir ara adımı sordu kardeşimiz, İsmail olduğunu söyleyince, “çok güzel bir ismin var ağabey” dedi ve ekledi “Beşinci çocuğumun adını İsmail İshak koyacağım”. Ben de ona “Bazı kaynaklarda Hazreti İbrahim’in 2 çocuğundan İsmail’i, bazı kaynaklarda da İshak’ı kurban etmek için söz verdiği yazıyor” dedim. Kendinden çok emin bir şekilde “2 oğlu yoktu ağabey, tek oğlu vardı ve oğlunun adı da İsmail İshak’tı” dedi. İsmail’in postunu aldım, ufak bir inceleme çektim ve sonra “post ile resim çekilebilir miyim, müsaade eder misin” diye sordum. “Olur, neden olmasın ağabey” dedi kardeşimiz.

Post, İsmail’in postu, benim postum değil…

Ben, Hazreti İbrahim’in iradesini teslim ettiği güce kurban etmek için söz verdiği evladı İsmail’in adını taşıyorum.

Bir kardeşimiz de İsmail’in postunu sırtında taşıyor… Postun asıl sahibi kurban olmuş… İnsan, dostunun postunu sırtında taşır mı?

Ben yazana kadar belki de hiç kimsenin haberi yoktu ki; İsmail’in postu geçici olarak bir kardeşimizin sırt çantasında onunla beraber yaşıyor işte.. Yaşayacak da… Oysa benim bildiğim hikâyede, İsmail kurban edilmemişti…

Siz ne dersiniz;

İsmail’in Postu, aslında kimin postu?..

Postun asıl sahibi kim yani?..

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.