Emekli Öğretmen Selda Hanım, yakalandığı amansız kanser hastalığından kurtulamamış ve 57 yaşında hayata gözlerini yummuştu. Oğlu Ahmet’in İngilizce Öğretmeni olduğunu görmüş lakin oğlu göreve başladıktan bir hafta sonra vefat etmişti. O vefat ettiğinde, bir haftalık çiçeği burnunda İngilizce Öğretmeni Ahmet, Kütahya’da çalıştığı okulda, 9-A sınıfında öğrencileriyle birlikteydi. Okul Müdürü Mehmet Bey, genç meslektaşına bu acı haberi dizleri titreyerek vermişti…

Ahmet, ilk otobüsle Bursa’ya dönmüş ve biricik annesini toprağa verilmeden yetişebilmişti. Yetişmişti yetişmesine ama Ahmet, babasından ayrıldıktan sonra tüm hayatını yavrusuna adayan bu ışıltılı annenin cansız vücuduna bakma gücünü kendinde görememişti. O gece sabaha kadar anneciğinin başında beklemişti Komşularının bütün ısrarlarına rağmen, bir an olsun fedakar anneciğinin başından ayrılmamıştı. Ertesi gün Selda Hanım toprağa verilmişti. Ahmet ise o esnada mezarın biraz uzağında durmuş hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Anneciğinin toprağa verildiği o yakıcı an başını önüne eğmişti. Gözleri karanlıktı. Ağlamaktan göz bebeklerinin beyazı kanla dolmuştu. Bir saatten fazla öylece kaldı. Komşulardan Faik Bey, genç öğretmene, defin sırasında insanların yanına gelemeyen babası Cemil Bey’in herkes gittikten sonra, merhumenin mezarına geldiğini söylemişti. Uzun zamandır aynı yere bakan Ahmet’in bu söz üzerine kan beynine sıçramıştı. Bir hışımla olduğu yerden fırlayarak; daha on yaşındayken başka bir kadın yüzünden anneciğini ve kendisini terk eden babasına dönmüş ve ona kızgın bakışları eşliğinde “ne yüzle buraya geldin ..” demişti…

Ahmet, çocukluğunun ve gençliğinin geçtiği güzelim Pınarbaşı mahallesini bile görmek istemiyordu artık.. Hayat çok acımasızdı; yaşamasıyla yaşamaması arasında hiçbir fark olmayan insanlar sokaklarda, caddelerde dolanırken, sadece Öğretmen olduğunu görebildiği anneciğine bir gün bile gösterememişti. Oysa , ne kadar çok şeyler yapmak isterdi ki. Selda Hanım, sağlığında, Ahmet’e zaman zaman onun boynuna sarılarak; “Yavrum, öğretmen ol. Sonra da beni yaza, hani Fatmagül Hanım’ın şu sözünü ettiği tatil koyuna götür. Olmaz mı benim aslan oğlum” derdi.. Ahmet’in aklına ne zaman bu sözler gelse, genç öğretmen, kendisini umutsuz bir girdabın içinde hissederdi. Sonra, Selda Hanım Mudanya’yı çok severdi. Orada oğluyla birlikte şöyle tadına doyulmaz balık keyifleri yapmayı çok isterdi. Gerçi zaman zaman arabaları olmadığı için ana-oğul minibüsle bu keyfi yaparlardı. Ama bir arabaları olsaydı. O vakit anneciğini vefat etmeden önce, belki de her gün Onu Mudanya’ya götürürdü. O bayıldığı zeytin pazarına giderler, çeşit çeşit zeytin alırlardı. Olmamıştı. Hayat kalleşti. Acımasızdı…

Genç İngilizce Öğretmeni, ertesi hafta Kütahya’ya geri dönmüştü. Bursa’daki evini eski bir komşusuna kiraya vermişti. Aradan günler, haftalar, aylar, yıllar geçmişti. Ahmet, bir türlü cesaretini toplayıp anneciğini kaybettiği Bursa’ya geri dönememişti. Evlendi, iki çocuğu oldu lakin karısının bitmek tükenmek bilmeyen ısrarlarına rağmen çok uzun bir süre; bir zamanlar sevgisiyle sarhoş olduğu Bursa’sına geri dönmemişti…

Aradan çok yıllar geçti, Ahmet’in kızı Gül, genç kız oldu. Liseyi bitirdi. Üniversite sınavlarında Bursa’yı kazandı. Bu, yıllardır yüreği özlemle yanıp tutuşan Ahmet için bir fırsat oldu. Eşi Zeliha ile birlikte, kızlarını üniversiteye götürüp kayıt ettirdiler. Sonra, hep beraberce, Ahmet’in doğup büyüdüğü yeşil boyalı ahşap evi görmeye gittiler. Ahmet’in heyecandan vücudu titriyordu. Zeliha Hanım ve kızı Gül’de Ahmet’in mahallesini ve komşularını görmekten dolayı çok heyecanlıydılar…

Öğleye doğru mahalleye vardılar. Ahmet, paslanmış kapı tokmağını çaldı. Birkaç dakika sonra eski komşuları ve daha sonra kiracıları olan Nedret Hanım kapıyı açtı. Annesi öldüğünde , saçları siyahtı. Lakin aradan geçen uzun yıllar, Selda Hanım’ı çok seven Nedret Hanım’a karşı da acımasız davranmıştı. Kısa boylu, iri yüzlü kadının saçlarını insafsızca aka boyamıştı.. Kadın, küçüklüğünü bildiği Ahmet’i ve ailesini tarifi imkansız bir samimiyetle evine buyur etti. İçeride Ahmet’in çocukluk arkadaşı Kemal’in karısı ve ikizleri vardı. Gelin Ahmet’i tanımıyordu. Tebessüm eşliğinde o da hiç tanımadığı misafirleri buyur etti. Nedret Hanım, Ahmet’e kendi oğluna sarıldığı gibi sarıldı. Eskilere daldılar. Yaşlı kadın, Ahmet’e neden yıllarca gelmediğini sordu. Ahmet, hiçbir şey söylemedi, söyleyemedi. Başını sokağa bakan cama çevirdi. Öylece kaldı. Hepsi orta yaşlı adamın bu haline çok üzüldüler, ona acıdılar... Nedret Hanım:

-Oğlum, anneni ne kadar çok sevdiğini hepimiz biliyoruz. Bizler de Onu kaybettikten sonra kolay kolay kendimize gelemedik. Ama hayat bu. Devam ediyor. Memleketine gelmeliydin. Seni çok seven komşularını ziyaret etmeliydin. Bilmiyor musun ki, hepimizin evi senin evin. Sen bizim çocuğumuzsun. Cezalısın. Bundan sonra yanındaki bu güzel insanları da alıp sık sık buraya geleceksin. Yoksa ne ben ne de tüm mahalleli sana hakkımızı helal ederiz. Bunu böyle bilesin…

Ahmet zoraki kafasını salladı. Daha sonra, Nedret Hanım ve gelini, misafirleri için mükellef bir sofra donattılar. Oturdular, Afiyetle yediler. Üzerine, Nedret Hanım’ın; tadı hala Ahmet’in damağında kalan enfes çayını içtiler…

Günlerden cumaydı. Alacahırka’da Cuma pazarı vardı. Nedret Hanım, Ahmet’in eşi Zeliha’ya; “Gelin Hanım, rahmetli Selda Hanım, Ahmet’in küçüklüğünden beri, onunla her cuma, Cuma Pazarına gitmeye bayılırdı. Zaman zaman beraber de giderdik. Ahmet de annesiyle birlikte alışveriş etmeyi çok severdi. Hele hele söz konusu meyveler olduysa…Hadi bugün sizi bu pazara götüreyim"  

Ahmet gitmek istememişti. Cesaret edemiyordu. Lakin, diğerleri gitmek istiyorlardı. Kıramadı onları. Eylül’dü.. Hazan zamanı.. Anneciğini de yine bir eylül günü kaybetmişti. Alacahırka’ya yaklaştıkça orta yaşlı adamın yüreği daralmaya başladı. Bacakları titriyordu. O gün Pazar çok kalabalıktı. Alacahırka’ya ulaştılar. Aradan çok yıllar geçmesine karşın pek çok şey değişmemişti. Pazarcıların çoğunu tanıdı. Yüzlerindeki çizgiler artmıştı. Yaşlanmışlardı. Muhtarlığın karşısındaki büyük ağacın dibindeki pazarcıdan nar ve elma aldılar. Daha sonra aşağıya doğru ilerlediler. Az ötedeki pazarcının önünden alışveriş yapan yaşlı bir kadın dikkatini çekti Ahmet’in. Annesine ne kadar da çok benziyordu. Yavaşça ona doğru birkaç adım attı, kadın da adeta bunu bekliyormuş gibi Ahmet’e döndü. Ona gülümsedi. Ahmet gördüklerine inanamadı. Anneciği ta karşısındaydı. Kemoterapinin etkisiyle saçlarının dökülmüş haliyle olduğu zamanki gibi-son zamanlarda Ahmet, anneciğinin hiç saç kalmayan küçücük başını öperdi, öpmelere doyamazdı- Önce hayal gördüğünü zannetti. Lakin hayal değildi anneciği eskiden olduğu gibi Pazar alışverişine çıkmıştı. Ahmet’in yüreği sevinçten yerinden fırlayacak gibi oldu. Yıllardır unuttuğu gülücükler dudaklarında yeni doğan bir güneş gibi ışıldadı. Ahmet, annesine doğru gitmek istedi. Karşıdan gelenler, önünü kapadılar. Ahmet, onların arasından sıyrılıp tekrar kadıncağızı görmeye çalıştı. Çalıştı çalışmasına lakin buna muvaffak olamadı. Anneciği gözden kaybolmuştu. Ahmet yeniden yıllar önce olduğu gibi umutsuzluk deryalarında boğuldu. Yavaş yavaş daha aşağıya doğru ilerlediler. Ahmet, Alacahırka kahvelerine yakın bir yerde gene anneciğini gördü. Anneciği ile göz göze geldiler. Ahmet artık bunun bir yanılsama olmadığından emindi. Lakin bu kez Selda Hanım az önceki gibi yaşlı değildi. Gençleşmişti. Çok daha gençleşmişti. Kelimelerle ifade edilemeyecek kadar da sağlıklıydı. Neşeliydi Mutluydu. Oğluna gülümsedi. Anlatılmaz bir sevdayla dolu bir gülümseyişti bu. Her geçen an daha da gençleşiyordu. Ahmet de bu ışıltılı değişimi an be an yaşıyordu. Boğazına bir şeyler düğümlendi. Ne söyleyeceğini bilemedi. Annesinin güneşi gözlerini kamaştırdı. Yüreği kuş olup uçmak istedi. Anneciğine varmak ona yılların hasretiyle sarılmak, koklamak, öpmek- yok yok öpmelere kıyamazdı-istedi. Uçamadı. Koşmak istedi, ayaklarını, bacaklarını hareket ettiremedi. Yüreği acıdı. Onu tekrar kaybetmek istemiyordu. Bu onun son fırsatıydı. Lakin yapamadı. Anneciği ona el sallıyordu. Ahmet gözlerinden boşalan yaşları fark etmedi. Ancak anneciği az öteden bu göz yaşlarını fark etmişti. Ona, uzaktan şefkat dolu bir sus işareti yaptı. Bu; “ağlamanı istemiyorum, yavrum” demekti. Sonra Ahmet’i birinci sınıfta, evlerinden okula uğurladığı günlerdeki gibi yavrusuna öpücük gönderdi. Ahmet’in kendinden geçmiş ve büyülenmiş bakışları altında sırtını Ahmet’e döndü. Ağır adımlarla Alacahırka mezarlığının yeşil kapısına doğru yöneldi. Kapıyı açtı. Mezarlığı ilk adımını attığı anda, anneciği beyazlara büründü. Lakin gördüğü beyaz sadece beyaz demek değildi. Başka bir şey olmalıydı. Işıklar içindeydi anneciği. Yeşil yeşil karlar yağmaya başladı sonra anneciğinin üzerine. Anlatılır gibi değildi. Ahmet kar sandığı şeylerin nur olduğunu fark etti sonra. Selda Hanım son bir öpücük daha gönderdi yavrusuna. Gözden kayboldu…

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.
Avatar
Fulya 5 yıl önce

Okurken ağlanirmiş meger.Bu kadar his dolu bir hikaye de ancak bu kadar guzel ifade edilebilirdi.Tesekkur ederiz Melih bey

Avatar
Melih Uludağ 5 yıl önce

Çok değerli üniversite arkadaşıma çok teşekkür ediyorum.