Londra, Brenton Lisesi, 2002,

Adeta bir çengeli andıran, uzun boylu lise ikinci sınıf öğrencisi Geoff Flight, göbeğindeki yağları neredeyse dışarı fırlayacakmış gibi duran koca kafalı Paul Bennett’i dürtmeye başladı ve diğer öğrencilerin de duyabilecekleri şekilde seslendi;

-Hey, Paul, adamım; duydun mu, bu Dünya Kupası Finallerine, şu ön sıralarda oturan bizin Haluğun ülkesi de katılacakmış. Ne dersin, çok para mı verdiler katılabilmek için acaba…  

Arka sıralardaki öğrencilerin bir kısmı, bu sözler üzerine gürültüler çıkartarak güldüler. Patırtıdan rahatsız olan Kimya öğretmeni Kate Johnson, tahtaya yazmayı bıraktı, sert bir şekilde arkasına döndü ve sınıfın baş belası Geoff Flight’ı haşladı. Babası Londra’da makine teknikeri olarak çalışan Haluk arkasına döndü. Kendisini ve ülkesini aşağılamaya çalışan şımarık İngiliz’e:

- Geri zekalı, dünyadan haberin yok senin. Ülkem şampiyonaya katılabilmek için uzun süren bir mücadele verdi. Ve alnının teriyle de kupaya katılacak. Hiç mi haber dinlemezsin saksı kafalı… dedi.

Uzun boyu ve geniş omuzlarıyla çok karizmatik olan Türk Genci’nin bu nokta atışından sonra, bütün sınıf adeta zembereğinden boşanan bir saat gibi kahkahayı koyuverdi. Sınıftaki lakabı; “çengelli iğne” olan Geoff’un yüzü düştü. Suratında allı güllü renkler ve motifler oluşmaya başladı. Düştüğü zavallı durumdan kurtulmak için bir şeyler söylemek için tam ağzını açmıştı ki; sınıfın kontrolünü çoktan kaybetmiş olan, 50’sine yakın ve bir boksörü andıran kaslı kollarını bir orkestra şefi gibi yukarıya kaldıran Bayan Johnson, şiddetli bir depremden farklı olmayan sesiyle adeta gürledi:

-Kesin sesinizi, yoksa hemen şimdi sizi disipline gönderirim…

Geoff, hala kendisine alaylı bakışları eşliğinde bakmakta olan Haluk’la göz göze geldi. Türk Genci’ne: “sen görürsün” der gibi birkaç kez başını salladı. Geoff, sınıfın serserilerinin lideriydi. O an, düştüğü aciz pozisyonundan kurtulabilmek için planlar kuruyor olmalıydı…

Sınıfta ve okulda Haluk’un yakışıklılığından ve komikliğinden etkilenmeyen kız, hemen hemen yok gibiydi. Birbirinden güzel genç kızlar, uzun saçları omuzuna dökülen delikanlının dikkatini çekebilmek için çok uğraşıyorlardı. Geoff ve çetesinin de asıl bu zoruna gidiyordu zaten. Başka bir ülkeden gelen bir genç, kızların gözbebeğiydi. Haluk; sarı dalgalı saçlı ve tabii ki çok güzel yeşil gözleri olan Gwendolyn Patterson ile yaklaşık bir yıldır çıkmaktaydı. Birbirlerini çok seviyorlardı. Gwendolyn’in babası; İngiltere Lordlar Kamarası’ndan Bay Patterson, önceleri kızının bir Türk genciyle arkadaşlığına karşı çıkmıştı. Lakin Gwendolyn, babasına rest çekmiş ve sevdiği delikanlının yanında olmuştu…

Kulakları sağır eden sesiyle teneffüs zili çaldı. Öğrenciler Kimya dersini hiç sevmiyorlardı zira Bayan Johnson’ın dersi çok sıkıcıydı. Gençler, bunalmış olarak; önlerindeki bir hafta boyunca çok sevdikleri (!) kimya hocalarını bir daha görmeyecek olmalarının kendilerine verdiği mutlulukla koridora çıktılar. O esnada, Geoff ve çetesi dışarıya çıkmadı. Baş başa verdiler, hararetli hararetli bir şeyler konuşmaya başladılar. Geoff’un hırsından, gözlerinden adeta yalımlar çıkmaktaydı. Haluk’u alt edebilmek için planlarını yaptılar…

Bir sonraki ders İngilizce dersiydi ve son dersti. İngilizce Öğretmeni Bayan Robertson çok enerjik ve çok neşeli bir öğretmendi. Bu yüzden, onun dersleri çabucak geçerdi. Yine öyle olmuştu.

Dışarıda harika bir güneş vardı. Öğrencilerin çoğu gruplar halinde güle-oynaya evlerinin yolunu tuttular. Haluk ve Gwendolyn, bu güzel ilkyaz gününün tadını çıkartmak için Hyde Park’a gitmeye karar verdiler. Okulun önünde el ele tutuştular ve kendilerine uzak olmayan parka doğru yürümeye başladılar. Onlar, gelecek planlarını çoktan yapmışlardı. Üniversiteyi bitirdikten sonra, Haluk, bir cerrah, Gwendolyn ise çok sevdiği çocuklarla hep bir arada olabilmek için bir ana okulu öğretmeni olacaktı. Hyde Park’a geldiklerinde, yolun hemen sağındaki; güneşin dost ışınlarının altındaki ışıltılı çam ağacının alt dallarından birinde sevimli bir sincap onları karşıladı. Sevgililer, sincabı ürkütmemek için parmak uçlarında ona yaklaştılar. Sincap hiç de korkmuş gibi gözükmüyordu. Binbir türlü şakalar yaparak aşağıya doğru kaydı. Oyuncu çocuklar gibi başını yana eğdi. Genç kız, parlak tüylü sincabın kendisine göz kırptığını gördü. Bunu Haluk da gördü. Delikanlı bu fırsatı kaçırmayarak sincaba: “Hey, o benim sevgilim. Git kendine başka bir sevgili bul” dedi. Bunun üzerine, Gwendolyn okkalı bir kahkaha patlattı. Sincabı yakaladı. Evcil bir hayvandı. İnsanlardan kaçmıyordu. Genç kız, sincabın çizgili, yumuşacık başına bir öpücük kondurdu. Daha sonra, onu yavaşça alt dallardan birine bıraktı. Sincap, genç sevgililerin ardından uzunca bir süre baktı…

Gölün kenarında bir bankta oturuyorlardı. Genç kız, başını sevdiğinin omuzuna koydu. Bir süre hiç konuşmadılar. Güneşin, usta eliyle resimler çizdiği yeşil gölün üzerinde nazlı nazlı süzülen kuğuları; zaman zaman onların üzerinde uçan kuşları seyrettiler. Gwendolyn, yavru bir kedi mırıltısını andıran sesiyle, belli belirsiz:

-Haluk, bugünkü cevabından sonra seninle uğraşacaklardır. Çok korkuyorum canım… dedi. Bunun üzerine delikanlı, sevgilisini daha bir şefkatle sardı. Onun sarı saçlarından öptü.  

-Korkma birtanem. Ateş olsa cürümleri kadar yer yakarlar..

Gwendolyn doğal olarak, bu Türkçe deyimden hiçbir şey anlamadı. Başını yukarı kaldırdı, muzip muzip Haluk’a baktı ve ona ışıklı bakışları eşliğinde : “Ateş olsa cürümleri kadar yer yakarlar, ne demek sevgilim” diye sordu. Bunu sevgilisi tarafından nazlanmak isteyen bir sevgili gibi sormuştu genç kız. Gözleri değdi birbirlerine . Gülüştüler. Haluk sevgilisine bu deyimin anlamını açıkladı. O esnada, konuşulanları dinlemeye meraklı olduğu anlaşılan şirin bir kuğu yanlarına yaklaştı... O esnada bir ses işittiler:

-Şimdi göreceksin gününü…

Arkalarına döndüler. Geoff ve çetesi hemen karşılarındaydılar. Ellerinde beyzbol sopaları vardı. Gwendolyn korkuyla bağırdı: “Defolun buradan…”

Pis pis gülüyorlardı. Haluk soğukkanlı bir şekilde ayağa kalktı. Sevgilisine sakin olmasını söyledi. Altı kişiydiler. Geoff dışındakilerin hepsi iri kıyımdı. Haluk, Geoff’un gözlerinin içine içine baktı. Geoff bu bakışı bilir ve her zaman tedirgin olurdu. Haluk ise gözünü hiç kaçırmadan efe olmaya özenen bu İngiliz’e bakıyordu. Ve mağrur bir edayla;

-Biz Türkler, biriyle bir hesabımız olduğunda, hesabımızı tek başımıza görmeye gideriz, Geoff.. dedi.

Ses tonunda bitiren bir alay vardı. Geoff’un çevresindekiler, zaferden emin bir ordunun askerleri gibiydiler. Önce iki tanesi Haluk’a saldırdılar. Diğerleri iğrenç bakışlarıyla kavgayı izliyorlardı. Uzun zamandır boksla uğraşan ve okullar arası müsabakalarda dereceleri bulunan Haluk için, bu lapacıları bertaraf etmek hiç de zor olmamıştı. Kendisine soldan saldıran kıvırcık saçlı, çilli olanın elinden beyzbol sopasını hızla kaptı. Onunla diğer taraftan saldıran gencin karnına vurdu. Döndü, elinden beyzbol sopasını kaptığı gencin yüzüne şöyle okkalı bir yumruk indirdi. Lapacı genç darbenin etkisiyle adeta bir soğan çuvalı gibi yere yuvarlandı. Soğan erkeği oldukları belliydi. Haluk bu duruma hiç şaşırmadı. Öfkeden gözleri dönen diğerleri de bütün güçleriyle Türk Genci’ne saldırdılar. Sadece Geoff, uzaktan kavgayı izliyordu. Haluk, buna da hiç şaşırmadı. Zaten Geoff’a da bu yakışırdı. Haluk, sağdan saldıranın bacağına bir çelme taktı, onu yere düşürdü. Tam karşısından saldıranın alnının tam ortasına sağlam bir kafa indirdi. Öbürü pabucun pahalı olduğunu anladı ve elindeki sopayı bırakarak kaçmaya başladı. Geoff ise korkudan adeta bir çocuk gibi titriyordu. Haluk’un o an, kendisini haklayacağından adı gibi emindi. Türk Genci, İngiliz gencinin yanına yaklaştı. Geoff yalvarıyordu. Haluk ona vururmuş gibi yaptı. Bu korku bile Geoff’a yetti. Arkasına döndü ve belki de bir maratoncudan daha hızlı bir şekilde koşarak oradan uzaklaştı. Haluk Onun arkasından öylece gülerek baktı ve: “Hey Allah’ım” diye mırıldandı. Gwendolyn’e döndü. Genç kızın beti benzi atmıştı. Sevgilisinin saçlarını okşayarak onu sakinleştirdi…

Ertesi gün, ağzı yüzü dağılan İngiliz gençler, Haluk’u şikayet ettiler,

Gwendolyn’in şahitliği sayesinde Türk Gencine hiçbir şey olmadı,

İyi ki sevgilisi o an yanındaydı ve her şeyi görmüştü,

O günden sonra, Geoff ve tayfası, kuyruklarını altlerına aldılar ve öylece oturdular,

Türkler; 2002 Dünya Futbol Şampiyonası Finallerine para vererek katıldılar demişti Geoff,

Aklınca şanlı bir milleti aşağılayacaktı,

Haluk ona, haddini bildirmişti,

TÜRKİYE de o yıl Dünya Üçüncüsü olmuştu,

İngiltere’nin ise esamesi bile okunmamıştı..

Türkiye’nin Dünya Üçüncüsü olduğu maçı Gwendolyn, Haluk’un ailesiyle birlikte izlemişti,

Üçüncülük maçının bitiş düdüğü çaldığında,

Hep birlikte coşkuyla ayağa fırlamışlardı..

Haluk’un gözü, duvardaki devasa ATATÜRK Portresi’ne takılmıştı,

Yürekli Türk Genciyle SARI PAŞA göz göze gelmişlerdi,

Haluk, GAZİ’nin kendisine gülümsediğini görmüştü,

Anlatılır gibi değildi…

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.