Birinci Dünya Savaşı’na katılan ülkelerin liderleri, 11 Kasım 1918 tarihinde, 4 yılı aşkın bir süre devam eden ve dünyanın her yerinden, (10 milyonu asker) yaklaşık 40 milyon insanın ölümüne neden olan çatışmalara son verme kararı almıştı.

Ateşkes Antlaşması’nın imzalandığı Fransa’da, Birinci Dünya Savaşı'nın sona ermesinin 100’üncü yıldönümü dolayısıyla törenler ve çeşitli etkinlikler düzenlendi.

Paris’in ünlü Champs Elysees (Şanzelize) Caddesi'nde bulunan Zafer Takı’nda hazırlanan platformda, yağmur altında düzenlenen anma törenine yaklaşık 100 ülkenin devlet ve hükümet başkanları katıldı.

Etkinliği Cumhurbaşkanı Erdoğan, Fransa’nın ünlü gazetesi Le Figaro’ya şöyle değerlendirdi:

‘Birinci Dünya Savaşı’nın gerek Avrupa’ya gerek dünyanın diğer bölgelerine getirdiği acıları, sıkıntıları ve yıkımı hatırlamak; tarihten gereken dersleri almak zorundayız. 100 yıl önce sona eren kanlı savaş, insanlığa sömürgeciliğin, yayılmacılığın ve saldırganlığın sonuçlarını en açık biçimde göstermiştir. Aynı zamanda bu olayın sonrasında düzen kurma noktasında yapılan hatalar, maalesef İkinci Dünya Savaşı’nın koşullarını oluşturarak tarihte eşi benzeri görülmemiş acıların yaşanmasına sebep olmuştur. Birinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinin yüzüncü yıldönümünü idrak ettiğimiz bu günlerde, yaşanan çatışmaların tamamen tarihe karıştığını söylememiz mümkün değildir.’

***

Paris’teki bu etkinlik öncesinde, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları ve Türk Vatandaşı olmayan ancak Atatürk sevgisi taşıyan milyonlar, Dünya Lideri Mustafa Kemal’i, aramızdan ayrılmasının 80’inci yıldönümünde sevgiyle andı. O’nu dünya lideri olarak tanımlamak abartı değil. Nedenine gelince:

ABD’li psikiyatri profesörü Arnold Ludwig, ‘King of the Mountain’ adlı bir kitap yayımladı. Kitaba göre, 2 bin etkin lider hakkında 18 yıl boyu süren bir araştırma yapan profesör, bunlar arasından 377 devlet adamı-lider tespit etmiş ve bunları ayırmış. Profesör, belirlediği 200 kriteri bu 377 devlet adamına-lidere tek tek uygulamış. Sonra onlara 1’den 31’ekadar puan vermiş. Siyasi Büyüklük Ölçütü olarak tanımladığı bu sıralamaya göre: Nehru 25, Roosevelt 30, Fidel Castro 23, Lenin 28, Churchill 22, Golda Meir 12, Kennedy 15 puan almış. Sıralamada 31 puan alan tek isim ise Mustafa Kemal Atatürk ol muş. Yani, 31 puanla ve büyük vizyon sahibi sıfatıyla 20’nci yüzyılın en büyük devlet adamlığına Atatürk layık görülmüş.

Bunu Türk Milleti olarak biz zaten biliyorduk. Ancak, bir tarafsız bilim insanının, tamamen bilimsel bir çalışma sonucu bu gerçeği teyit ederek dünyaya duyurması bizi sevindirdi, gururlandırdı.

***

10 Kasım’da Anıtkabir’deki sevgi seli muhteşemdi. Yurt genelindeki anma törenlerinde de öyle… Bana göre, yüreğimizi kabartan bu sevginin giderek yaygınlaşmasının birinci nedeni Atatürk’ün büyüklüğünü kavradıkça özlemimizin artması. İkinci nedeni ise ilke ve devrimlerini yok etme girişimlerinin yarattığı gelecek endişesi.

Yazar Fatih Yaşlı ise bir başka açıdan değerlendiriyor bu sevgi selini:

Atatürkçü olarak adlandırılan kitlelerin önüne siyasi bir program konulmadığı, bu kitleleri politize edecek bir aktör olmadığı, bu kitleler siyaset sahnesinde yer almadığı ölçüde, Atatürkçülük bir dünya görüşü, bir politik duruş olmaktan çıkıyor, bir hissiyata, burukluğun ve küskünlüğün damgasını vurduğu bir romantizme, ‘geçmiş güzel günlere özlem”e, yani ‘nostaljiye’ dönüşüyor.

Durum (Atatürk konulu) reklam filmlerindeki gibi değil, durum ‘memleketin bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş’ sözündeki gibi. Cumhuriyet yıkıldı, rejim değiştirildi ve inşa edilen rejimle Cumhuriyet’in ve kurucu felsefesinin uzaktan yakından alakası yok.

Bu gerçekler görülmeden, o reklam filmleriyle kendini kandırmaktan vazgeçmeden, Atatürk’ü ve Cumhuriyet’i nostaljik ve romantik değil, politik bir bilinçle kavramadan, yeni bir cumhuriyet kurmanın politik bir mücadele olduğunu bilmeden tek bir adım bile atılamaz. Hakikat budur ve hakikatten kaçarak varabileceğimiz bir yer yoktur.”

***

9 Kasım’daki Cuma hutbesinde Atatürk’ten tek kelime söz ettirmeyen Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın, Kurtuluş Savaşı için “Keşke Yunan galip gelseydi. Ne hilafet yıkılırdı. Ne şeriat yıkılırdıdiyen ve Atatürk’e hakaretler savuran Kadir Mısıroğlu’nu ziyaret etmesi hepimizi üzdü ve büyük tepki gördü.

Buna karşın, Cemil Kılıç’ın ‘Bir İlahiyatçıdan Cumhurbaşkanına sorular’ başlıklı yazısı ise yüreğimize su serpti. Yazının bir bölümü şöyle:

“Sayın Cumhurbaşkanım.. Cumhuriyetin kuruluş yıllarındaki tek parti iktidarını hedef alan sözlerinizi bir türlü anlayamıyorum. Üstelik eleştirilerinizin pek çoğu da gerçeği yansıtmıyor. Kaldı ki siyasi kökeninizi dayandırdığınız Demokrat Parti de sizin eleştirdiğiniz CHP’nin içinden doğdu. Tek parti döneminde size göre yanlış olan bütün uygulamalara başta Adnan Menderes olmak üzere Demokrat Partililer de destek olmuştu. Kanımca siz Demokrat Partilileri de eleştirmelisiniz.

Öte yandan, o dönemdeki yanlış uygulamalar noktasında ortaya koyduğunuz örneklerin pek çoğu isabetli değil. Zira gerçeği yansıtmıyor…Söz gelimi; diyorsunuz ki, cenaze yıkayacak imam yoktu.

Sayın Cumhurbaşkanım, siz de biliyor olmalısınız ki, İslam’da cenaze yıkama görevlisi diye bir kurum yoktur. Bütün Sünni mezheplere göre cenazeyi en yakını yıkamalıdır. Hatta bazı Sünni mezheplere göre eşler bile birbirlerinin cenazelerini yıkayabilir… Böyleyken, cenaze yıkayacak imam yoktu, cenazeler ortada kalıyordu gibi sözler etmek biraz garip değil mi…Üstelik biliyorsunuz ki cenaze yıkamanın Kur’an’î bir dayanağı da yoktur. Cenaze yıkamak, kefelenmek, kabre koymak gibi uygulamalar hadislere dayalı bir gelenektir. Hatta cenaze namazı dahi bir duadan ibarettir. Bildiğimiz manada “namaz” değildir. Hal böyleyken; tek parti dönemine yönelik en azından bu konu üzerinden ağır eleştirilerde bulunmak sanki biraz haksızlık gibi geliyor bana...

Sayın Cumhurbaşkanım, bir de bazen, tek parti döneminde camilerin ahır yapıldığından falan bahsediyorsunuz.

Evet, doğru söylüyorsunuz aslında...Birkaç caminin o dönemde ibadethane dışında bir işlevle kullanıldığı malumdur. Özellikle İkinci Dünya Savaşı yıllarında yani merhum İsmet Paşa döneminde, İstanbul’da bulunan “kutsal emanetleri” korumak için Anadolu’da bir ya da birkaç caminin “depo” olarak kullanıldığı biliniyor.

Yine aynı dönemde nem vb. özellikleri dikkate alınarak bazı camilerin buğday deposu olarak kullanıldığı da biliniyor. Savaşta ibadethanelere saldırmama, onları bombalamama kuralı düşünüldüğünde camilerin yiyecek deposu ve peygamberimizin “kutsal emanetlerini” koruma amaçlı olarak kullanılması son derece doğru ve isabetli değil mi?

Savaş şartlarında ordunun gıda ihtiyacı için camilerin buğday deposu olarak kullanılmasının neresi dine aykırı?! Kaldı ki sevgili peygamberimizin döneminde mescitlerde tef çalınarak, şarkı söylenerek düğün bile yapıldığını biliyoruz. Bu hususta hadis külliyatında pek çok hadis mevcut.

Gelelim ahır meselesine...O dönemde atlar hala önemli bir ulaşım aracı idi. Savaş koşullarında atlar önemli bir ulaşım aracı olmaları nedeniyle bir nevi silah da sayılıyordu. Düşman uçaklarının, önemli ulaşım aracımız olan atlarımızı bombalamak suretiyle telef etmelerini önlemek için bazı camilerde atların saklanmış olması muhtemel ve mümkündür. Türkiye’miz İkinci Dünya Savaşına girmemiş olsa bile her an savaşa hazır bir vaziyette idi. Bu amaçla pek çok önlemin alındığını biliyoruz. Yine sorayım; camilerin, atların ve diğer silahların saklandığı bir depo gibi kullanılmasının neresi islam’a aykırıdır? Savaş kuralları gereği, İbadethanedir diye düşman uçaklarının taarruzuna karşı daha korunaklı olan camilerden bu şekilde yararlanılması son derece doğru ve zekice bir yöntem değil midir? …..”

---

İyi Haftalar

remzidilan_48@hotmail.com

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.