Rahip gitti Türkiye gündemi olağan hale döner diye bekliyorduk ancak olmadı. Suudi Arabistan’ın İstanbul Başkonsolosluğunda bir cinayet işlendi. 2 Ekim’de Başkonsolosluk binasına giren muhalif Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı buradan sağ çıkamadı.

Suudi Arabistan yönetiminden 18 gün sonra yapılan açıklamada, ‘Kaşıkçı’nın konsoloslukta çıkan arbede sırasında öldüğü’ öne sürüldü.

Suudi yetkililer, ölme ya da öldürme olayının uluslararası anlaşmalara göre Suudi Arabistan’ın egemenliğindeki toprakta (konsolosluk arazisinde) meydana geldiğine işaret ederek, “bunun gereğini biz kendi ülkemizde yaparız” demeye getiriyor. Hukukçular, konsolosluk personelinin diplomatik dokunulmazlığının bulunmadığını, o nedenle sorumlu personelin Türkiye’de yargılanması gerektiğini söylüyorsa da, Türkiye İle Suudi Arabistan arasında Suçluların İadesi Anlaşması bulunmadığından böyle bir yol olası görünmüyor.

Peki, iddiaya göre halıya sarılıp konsolosluk arazisi dışına çıkartılan ceset, yok edilmek üzere bir yerel işbirlikçiye teslim edildiyse şimdi nerede? Türkiye Cumhuriyeti topraklarında. Yani, öç almak için cinayeti Suudiler işledi, cesedi bulmak ise Türk emniyeti ve jandarmasına kaldı.

Gelelim cinayetle ilgili son bilgilere; Reuters Ajansına konuşan bir Suudi yetkilinin iddiasına göre, 15 kişilik Suudi ekip İstanbul'a gelerek Kaşıkçı'yı Suudi Arabistan'a dönmeye ikna edecekti. Ekip, Kaşıkçı'yı İstanbul dışında güvenli bir evde "bir süre" alıkoyacak, ancak ikna olmazsa serbest bırakacaktı. Olaylar başından itibaren yanlış gitti ve ekip yetkisini aşarak şiddet uyguladı. Konsolosun odasına götürülen Kaşıkçı, Suudi Arabistan'a dönmeyeceğini, dışarıda kendisini bir kişinin beklediğini ve 1 saat içinde çıkmazsa Türk yetkililerle iletişime geçeceğini söyledi. "Beni kaçıracak mısınız" diye soran Kaşıkçı, "Evet ilaç verip seni kaçıracağız" yanıtını alınca bağırmaya başladı. Bunun üzerine Suudi ekibindekiler panikledi. Kaşıkçı'yı engellemek için boğazını sıkıp ağzını kapattılar. Ve Kaşıkçı bu sırada öldü. Olayın üstünü örtmek isteyen ekiptekiler Kaşıkçı'yı bir halıya sardı ve konsolosluk aracı ile dışarı çıkarttı. Cesedi, yok etmesi için "Yerel bir işbirlikçiye" teslim etti. Ekipteki Adli Tıp Uzmanı kalıntıları (daha doğrusu kanıtları) temizledi. Suudi yetkili, Kaşıkçı'nın cesedini teslim alan yerel işbirlikçinin İstanbul'da ikamet ettiğini, ama hangi milletten olduğunu paylaşmadı. Yetkili, 15 kişilik Suudi ekibin, 3 yerel şüpheli ile birlikte Suudi Arabistan'da gözaltına alındığını ve soruşturmanın sürdüğünü kaydetti.

Emniyet güçlerinin yanı sıra İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı da harıl harıl çalışıyor. Soruşturma kapsamında 19 Ekim’de 20 kişi tanık olarak ifade vermişti. Ardından 25 kişi daha ‘tanık’ sıfatıyla ifadeye çağrıldı

***

(Muhalif görüşlere tahammül edemeyen her diktatör yönetim gibi) Suçu işleyen Suudi yönetiminden bazı yetkililer olsa da, gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın cesedini bulmak Türkiye’ye kalsa da, biz bu işin üstesinden geliriz. Çünkü biz Türk’üz (Türk Milleti), doğruyuz, çalışkanız, büyüklerimizi sayar, küçüklerimizi korur, yurdumuzu ve milletimizi özümüzden çok severiz.

Ancak, bu özelliklerimizi ilkokulda her sabah, derse başlamadan önce söylememize izin verilmez. Bu ifadelerin yer aldığı ‘Andımız’dan söz ediyorum. Yasağın üzerinden 5 yıl geçti ve Danıştay o yasağa ‘dur’ dedi. Hükümet edenler panikte, yerel seçimde işbirliği işini komisyona havale ederek çıkmaz ayın Perşembesine bırakan Cumhur İttifakı da, aldığı bilmem kaçıncı yaranın sancısını çekiyor.

Niye mi? Bakın ne demiş Erdoğan, Andımız’ı yasaklarken ve ne demiş MHP lideri Devlet Bahçeli, Danıştay’ın kararı üzerine;

ERDOĞAN: Andımız olarak bilinen metnin yazarı son derece tartışmalı isim olan Reşit Galip'ti. Reşit Galip Türkçe ezan zulmünün mimarlarındandır. Ayrı Reşit Galip insanları kafa taslarına göre sınıflandıran sözüm ona bir bilim insanıydı. Ant uygulamasının cumhuriyetimizle uzaktan yakından ilgisi yoktur. CHP ve MHP bu uygulamanın tarihini bilmedikleri için kestirmeden bir istismar kampanyası başlatıp milleti yanıltma yoluna gidiyorlar.

BAHÇELİ: Çözülme sürecinin en karanlık döneminde ANDIMIZ kurban edilmişti, ‘Ne Mutlu Türküm Diyene’ seslenişi her taraftan silinmişti. Bu durumu kabullenmemiz imkansızdı. Danıştay’ın andımız kararı maşeri vicdana tercüman olmuştur. Terörle mücadelenin kahramanca sürdüğü bir zamanda andımız umutları güçlendirmiştir. Ne var andımızda, neresi sinir bozuyor, neyi vicdanları bulandırıyor?

***

Ankara’da, her gün gelip geçtiğimiz bir sokakta adı ölümsüzleştirilen Reşit Galip’in, kısa süren fakat başarılarla dolu olan Milli Eğitim Bakanlığı’na atanma öyküsünü bundan önceki yazılarımdan birinde nakletmiştim. Reşit Galip’in ‘Andımız’ı yazma öyküsü ve sonrasını ben de yazabilirdim. Ancak, gazeteci ve yazar Muhsin Kızılkaya konuyu o kadar güzel kaleme almış ki, sizinle paylaşmadan edemedim:

23 Nisan 1933 gününün sabahı, 30 yaşındaki Maarif Vekili Reşit Galip Bey, her zamankinden daha erken çıktı yataktan. O gün Cumhuriyetin 10. yılı kutlanacak, milletin heyecanı yere göğe sığmıyordu.
Reşit Galip Bey bütün gece bir metin üzerinde çalışmıştı. Gecenin geç bir saatinde metne son şeklini vermiş, yatağa girmiş ama heyecandan uyuyamamış, uyur uyanık bir gece geçirmişti.
Tıraş olup hazırlandıktan sonra kahvaltı masasında üç kızını karşısına aldı ve gece yazdığı metni ilk olarak onlara okudu:

“Türküm, doğruyum, çalışkanım.
Yasam; küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, budunumu özümden çok sevmektir.
Ülküm; yükselmek, ileri gitmektir.
Varlığım, Türk varlığına armağan olsun..”

(Metnin sonuna ‘Ne mutlu Türküm diyene’ ibaresini koymak herhalde Reşit Galip Bey’in aklına gelmedi, bu ibare 1972 yılında eklendi.)
Eşi metni çok beğenmişti. Sevindi buna.
Çocuklarını sıkı sıkıya tembihledi; bundan sonra 8 Ekim 2013 tarihine kadar tam 80 yıl boyunca her sabah çocuklara okutulan ve literatüre “Andımız” olarak geçen metni yazanın kendisi olduğunu hiçbir arkadaşına anlatmayacaklardı.

Bu hikayeyi yıllar sonra anlatan Profesör Baskın Oran’ın eşi olan, Reşit Galip’in torunu Feyhan Oran, bunun nedenini “Metinden hoşlananlar olacağı gibi, hoşlanmayalar da olacak, o yüzden andın müellifi gizli kalsın istemişti” diye açıkladı..

(*) Yazımın başlığında yer alan ‘Bir Cinayetin Anatomisi’ ifadelerini , Yusuf Turan Günaydın’ın kaleminden çıkanSabahattin Ali – Bir Cinayetin Anatomisi’ kitabının isminden esinlenerek kullandım.

Kitabın tanıtım yazısı şöyle:

Bu çalışma, Türk edebiyatının ‘susturulamayan sesi’ Sabahattin Ali’nin hayatını ana hatlarıyla gösteren bir kronolojiyi, hatırat kitaplarından yansıyan Sabahattin Ali portresini, katledilişiyle ilgili bir basın araştırmasını ve hakkında yazılan kitap, makale vb. malzemenin bibliyografyasını içeriyor.

Yakın tarihimizde Sabahattin Ali’nin katli kadar kamuoyundan uzun süre saklanan bir başka katil olayı olmasa gerek. Dönemin iktidarı, Sabahattin Ali’nin ölümü üzerinde tam dokuz ay on gün basına sansür uygulamıştır. Bu hadise için bir fail gösterilmişse de son araştırmalar, karşımızda bir ‘faili meçhul’ bulunduğunu düşündürüyor. O dönemde gerçekleştirilen karartma, bugün de bu cinayetin üzerindeki sis perdesinin tam olarak kalkmasını önlüyor.

---

İyi Haftalar

remzidilan_48@hotmail.com

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.