Gri saçlı yaşlı kadın; kemikleri sayılan dermansız bedeniyle ve elindeki eskimiş süpürgeyle etrafı süpürüyordu. Gözlerinde tarifsiz bir keder vardı. Yıllarca bu genelevde bir mal gibi sermaye olarak kullanılmış, yaşlanmaya başlayınca hor görülmeye başlanmıştı. Artık sabahtan akşama kadar adeta bir köle gibi o iğrenç evi süpürüyordu. Nefes darlığı olan zavallı kadın, çoğu zaman yerleri süpürürken şiddetli öksürük krizlerine giriyordu. Böyle zamanlarda evi işleten orta yaşlı kısa saçlı acımasız kadının gözlerinde şimşekler çakıyor; biçarenin yanına bir hışımla gidiyor, sanki isteyerek öksüren çaresiz kadına kızıyor, ona gün yüzü görmemiş küfürler ediyor, en fenası da zaten üflesen yıkılacak kadını sertçe itip kakıyordu. Şişmanlıktan neredeyse yuvarlanacak gibi duran gaddar kadın, uzun yıllar insafsızca çalıştırdığı, her gün hiç tanımadığı onlarca erkeğin koynuna soktuğu ve sırtından pek çok paralar kazandığı zavallı kadının karnını da tam olarak doyurmuyordu. Ölmeyecek kadar bir şeyler veriyordu. Hepsi o kadardı…

Yaşlı kadın, genç bir kızken çok güzel ve alımlı bir genç kızdı. Liseyi bitirdikten sonra üniversiteyi kazanmıştı. Kazanmıştı kazanmasına lakin, evde her zaman kavga çıkaran, annesini ve bazen de kendisini döven nemrut babası kızcağızın üniversiteye gitmesine izin vermemişti. Üstüne üstlük, fabrikadaki iş arkadaşının oğluyla kızcağızı evlendirmişti. Kaderine boyun eğen zavallı, sırf anneciği üzülmesin diye yuvasına dört elle sarılmıştı. Ne çare ki, felek insanın yakasına bir kere yapışmaya görsündü; evlendiğinin ikinci gününde insanlıktan nasibini almamış kocası, kızcağızın ince yüzüne bir yumruk atmış ve dişlerini kırmıştı. Buna rağmen kadersiz, düzelir diye olanları sineye çekiyor, kan kusup kızılcık şerbeti içtim diyordu. Lakin gidişat, hiç de onun beklediği gibi olmayacaktı. Çoğu zaman işi olmayan, sabahtan akşama kadar serserilik yapan, akşamları da kumar oynayan ahlaksız adam her geçen gün daha da kötüleşiyordu. Zavallı kadına ettiği eziyet sözcüklerle anlatılır gibi değildi. Yoktan yere kavgalar çıkartıyor, kurulu sofraları kaldırıyordu. Yaşadıkları yetmiyormuş gibi artık nefret ettiği, yüzüne bakmak, sesini bile duymak istemediği karaktersiz kocasından bir çocuğu olmuştu. Bir oğlandı. Mutlu koydular adını. Adı Mutluydu ancak gülen bebek hiçbir zaman bu duyguyu duyumsayamayacaktı…

Mutlu beş yaşına gelmişti. Bir gün kapı çalınmış, eve en küçük amcası gelmişti. Eskiden beri yengesinde gözü olan ve insanlıktan zerre kadar nasibini almamış olan şahsiyetsiz adam, yavrusunun gözleri önünde kadıncağıza bıçak zoruyla tecavüz etmişti. Tam o esnada zil zurna sarhoş kocası eve gelmiş olanı biteni görmüştü. Kızgınlıktan gözleri yuvalarından fırlayacakmış bir halde, ahlaksız kardeşinden hesap soracağı yerde, kendisine yakışır bir şekilde zavallı karısının yakasına yapışmıştı. Kadını dakikalarca saçlarından yerlerde sürüklemişti. Daha sonra onu ite kaka evin dışına çıkarmıştı. Ahlaksız olduğu kadar saftı da; kardeşinin yalanlarına da inanıvermişti. O günden sonra, haksız bir şekilde lekelenmiş, feleğin sillesini yemiş kadını, ailesi de reddetmişti. Kapısını çaldığı akrabaları da, önce kadının yüzüne tükürmüş ardından da kapıyı onun yüzüne kapatmışlardı. Çocuğunu da göremiyordu. Onun kokusunu öylesine özlemişti ki; anlatılır gibi değildi. Artık sokaklarda yaşıyordu. Çok soğuk bir kış akşamı, buz gibi bankta yatarken, uzun boylu genç bir kadın onu uzaktan görmüştü. Yanına yaklaşıp onunla konuşmaya başlamıştı. Görünüşte meleği andıran bu kadın gerçekte şeytanın ta kendisi idi. Zira yardımsever tavırlarla kadersizi sahiplenmiş görünen ve onu evine götüren bu kadın; zalim ağına küçük kuşları düşüren devasa bir tarantuladan başka bir şey değildi. O bir genelev sahibiydi. Kadın, nasıl bir tehlikenin içinde olduğunu hemen anlamıştı. Can havliyle oradan kaçmaya çalışmıştı. Çalışmıştı çalışmasına ama buna muvaffak olması mümkün değildi. Çünkü; "adamlık” söz konusu olduğunda hiç kimselere mangalda kül bırakmayan orada görevli iki iri kıyım adam (!), bir çırpıda kadıncağızı çırpı gibi kollarından yakalamış ve ne yazık ki onun geleceğini oracıkta bitirmişlerdi. O günden sonra günlerce, aylarca gözlerinden kanlı yaşlar döken kadın, çaresiz, kaderine razı olmuştu…

O gün genelevde hareketlilik vardı. Yaşlı kadın ağrıyan beliyle iki saat genelevin girişindeki geniş odayı temizledikten sonra, bir köşeciğe oturdu. Belinin ağrısı artık iyice coşmuştu. Hayatını karartan kadına kaç gündür durumunu anlatıyor, doktora gitmesi için izin vermesini söylüyordu. Ve hatta ona yalvarıyordu. Yalvarıyordu yalvarmasına lakin karşısındaki bir insan değildi. Onu anlaması da bu yüzden mümkün değildi. Dirseğini; oturmuş olduğu açık kahverengi, eski sandalyenin kenarına koyarak belinin ağrısına dayanıyordu. Genelevin sahibi kadın; kendisi kadar iğrenç siyah çantasının pis fermuarını bir hışımla açtı. İçinden bir ağrı kesici kutusu çıkarttı. Sinirle içinden bir tane hap çıkarttı. Yanında durmakta olan; uzun boylu, sarı saçlı kadını dürttü. İlacı ona verdi. Azarlar gibi karşıdaki köşede çektiği acıdan neredeyse kendinden geçmiş bir halde bulunmakta olan kadına götürmesini söyledi. Sarı saçlı kadın, mutfağa gitti. Belki de iki gündür yıkanmamış olan cam bardaklardan birine çabuk çabuk su doldurdu. Yaşlı kadının yanına geldi. Acıyarak ve onun artık incecik kalan saç tellerini okşayarak hapı çaresize verdi. Neyse ki bir süre sonra ağrısı iyiden iyiye azaldı. Azaldı ama azaldığını belli etmedi. Zira öyle yapmalıydı. Aksi takdirde, oranın sahibi olan duygusuz kadın onun oturmasına izin vermez gene onu çalıştırmaya başlardı. Bundan emindi…

Birkaç dakika sonra genelevin geniş kapısı gacırdayarak ve devasa sesler çıkartarak sonuna kadar açıldı. Genelevin görevlisi iki zebellak gibi adam (!) 20-21 yaşlarındaki, masum bir kızı ite kaka içeri getirdiler. Patroniçe, adamlara (!) kızı yan odaya götürmelerini emretti. Hır an hırlamaya hazır iki karaktersiz adam, bir anda finoya dönerek patroniçeye; “tamam efendim” dediler. Olan biteni uzaktan yüreği yanarak izlemekte olan yaşlı kadın o an kendi gençliğine gitmiş olmalıydı. Gözlerinden gene kanlı yaşlar boşalmaya başladı. O an kendinden daha çok bu yeni gelen çocuğa acıyordu. Kim bilir onun ne hazin bir hikayesi vardı. Ve ne yazık ki, birkaç dakika sonra o da diğerleri gibi patroniçenin malı olacak ve hayatı o genelev senin bu genelev benim sersefil olmakla geçecekti. Kolları kaslı ancak yüreği olmayan adamlar, çengel kadar zayıf kızı iterek yan odaya götürdüler. Kızcağız hiç durmadan ağlıyor, kendisini serbest bırakmaları için yaratıklara yalvarıyordu. Anneciğinin yatalak olduğunu söyleyip duruyordu. Az sonra, patroniçe tüm heybetiyle (!) küçük odaya geldi. Kızı kendi malı yapacak borç senedini gerdan kıra kıra yavrucağın önüne fırlattı. Kız okul yüzü görmemişti. Ama bunun bir borç senedi olduğunu anlamıştı. İmza atmak istemedi. Uzun boylu, geniş yüzlü olan adam, dakikalardır imza atmamak için çırpınan kızın bir parmağını kırdı. Yavrucak acılar içinde kıvranmaya başladı. Çaresiz diğer eliyle imzayı attı. O an tüm dünyada; “her zaman iyiliğin kötülüğe üstün geldiği” inanışının boş bir inanış olduğunun perçinlendiği andı…Gerçek, hiç şüphe yoktu ki; hiç o an yaşananlar kadar gerçek olmamıştı. Hayat acımasızdı. Çok acımasızdı. Yakıyordu, kavuruyordu. Oysa insanlar, sırça köşklerinde kurulup, ağızlarını burunlarını kıvırarak; bu zavallı insanların dramlarına zerre kadar kafa yormayıp, onların da birer ana kuzusu oldukları gerçeğini yüreklerinde duyumsamayarak ve onlar için neler yapılabileceğine dair kafalarını yormamayı tercih ediyorlardı. Böylesi daha kolaydı. Onları ayıplamak, onlara tepeden bakmak daha da kolaydı. Bir de zor olan vardı. O da; onlar için bir şeyler yapmak, yapabilmekti. Ne acıdır ki her zaman kolay olan seçiliyordu. Ve evren var oldukça da böyle olacaktı. Kim bilir çok uzak zaman diyarlarında insanlar, insan olduklarını tamamen duyumsayacak ve bu zavallılara el atacaklardı…

Genelevin kapısı gene açıldı. Bu kez içeriye giren yağız bir delikanlıydı. Gözlerinden ateş fışkırıyordu. Patroniçe sırıta sırıta, yılışa yılışa konforlu koltuğundan kalktı. Yakışıklı delikanlının yanına vardı. Ona; “buyur yakışıklım, hangisini istersen seç, hepsi senin..” diye yaltaklandı. Delikanlı neredeyse ağzına giren ve iğrenç ter kokusu etrafa buram buram yayılan patroniçenin yanından uzaklaştı. Ona; “----“ adındaki kadının kim olduğunu sordu. Uzun süren bir araştırma yapmış olmalıydı. Öyle görünüyordu. Patroniçe ismi duyar duymaz kahkahalarla gülmeye başladı. Bunun üzerine hiç kimse bu duruma bir anlam veremedi. Herkes şaşkınlıkla birbirinin gözlerine baktı. Kısa bir süre sonra patroniçenin neden kahkahalarla güldüğü anlaşıldı. Zira delikanlının aradığı kişi az ötede oturan; ağrı kesicinin etkisinin geçmesiyle tekrar dayanılmaz acılarıyla kıvranan yaşlı kadından başkası değildi. Patroniçe kahkahasına engel olmaya çalışarak delikanlıya şöyle seslendi:

-Aha işte aradığın şu sandalyede siftinen moruk.. Ben de seni akıllı bir şey sanmıştım. Bu kadar güzelin içinde sen git bizim eski,,,,,,’yi seç…

Genelevde kahkahalar yükselmeye başladı. Delikanlı oralı olmadı. O yöne döndü. Yaşlı kadına baktı. Kadın da merakla ona bakıyordu. Kimdi bu delikanlı ve neden kendisini arıyordu. Sonra kadıncağızın gözleri doluverdi. Dudakları titredi. Yoksa, yoksa…

Aklına gelen doğruydu. Bu aslan gibi delikanlı, beş yaşından beri göremediği yavrusuydu. Gözlerinden tanımıştı onu.. Kahkahalar bıçakla kesilir gibi kesildi. Genelevde şimdi adeta bir ölüm sessizliği vardı. Meraklı bakışlar, yavaş yavaş yerine korku dolu bakışlara bıraktı. Zira oradakiler bu çocuğun, yaşlı kadının oğlu olduğunu çoktan anlamışlardı. Delikanlının bakışlarına bir celladın acımasız bakışları kuruldu. Kadına yaklaştı. Bir volkandı. Patlayacaktı. Ve dünyada o an hiçbir güç buna engel olamayacaktı. Lakin su kadar berrak bir gerçek daha vardı. Yanılıyordu. Hem de fena halde yanılıyordu. Titreyen elleriyle paltosunun iç cebine yerleştirdiği bıçağı çıkardı. Elleri daha fazla titremeye başladı. Buna bir süre sonra dizleri de eklendi. Yaşlı kadının gözleri doldu. Oğluna sevgiyle bakıyordu. Ölümden hiç mi hiç korkmuyordu. Bir süre sora kadının gözlerinde biriken yaşlar onun göz bebeklerinin görünmesine engel oldu. İncecik bileğiyle gözyaşlarını sildi. Silmeye çalıştı. Ana-oğul göz göze geldiler. Anlatılır gibi değildi. Delikanlının yüreğindeki boranlar, fırtınalar o an yerini ummanlar kadar büyük ana hasretine, ana sevdasına bıraktı. Delikanlı, bıçağı yanında getirdiği için kendinden utandı. Bıçağı bütün gücüyle yere fırlattı. İkisi de dokunsanız hıçkıra hıçkıra ağlayacaklardı. Yaşlı kadının incecik sesi işitildi sonra. Belli belirsizdi:

-Öldürmeye mi geldin beni oğlum.. seni son bir kez daha gördüm ya.. Canım kurban olsun sana kuzum..

O an delikanlı kendinden daha da çok utandı. Anacığına sarıldı. Güçlü, kaslı kollarıyla; anacığının kuş kadar kalmış gövdesini sardı, sarmaladı. Delikanlı anacığının kokusunu duyumsadı. En son küçücükken duymuştu bu kokuyu. Hiç değişmemişti. Hiç değişmemiş ana kokusu. Değişir miydi hiç.. Delikanlı anacığının uzun zamandır yıkanmayan yağlı saçlarını, öptü kokladı. Lakin kokan yağ kokusu değildi.. Buram buram ana kokusuydu. Çiçeklerden daha çiçek kokuyorlardı onlar. Anlatılır gibi değildi…

Delikanlı, anacığını dakikalardır kendilerini ağlayarak seyreden kader kurbanlarının bakışları arasında oradan aldı götürdü…

Umut sözcüğünün içi hızla dolmaya başlamıştı….

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.