Bardaktan boşanırcasına yağan yağmurun hemen ardından, güneş, Chicago Şehir Mezarlığının üzerine kurulmuştu. Bayan Pilkington’un cenaze töreninde, sadece kocası ve az sayıda yakını bulunmaktaydı. Ömrünü yardım kuruluşlarında çalışarak, zavallı insanlara destek olmakla geçiren hanımefendi, son üç yıldır Kanser denen belayla boğuşmaktaydı. Ancak, yaşlı kadın, tüm çabalarına karşın bu mücadeleyi kaybetmişti. Özellikle son üç ayda, ayağa dahi kalkamıyor ve ne yazık ki Bay Pilkington’ un, kendisi için almış olduğu lazımlıklı sandalyede oturarak hacetini giderebiliyordu. Kemiğe sıçrayan ve en ufak bir hareketinde bile Bayan Pilkington’a dayanılmaz acılar veren bu lanet hastalık yüzünden, hanımefendinin yürek yakan haykırışları çevredeki evlerden dahi duyulmaktaydı. Bay Pilkington, ne acıdır ki, artık ölümü arzulayan karısının bakımından bıkmış, O’ nu bir odaya koymuş ve adeta karısı evde yokmuş gibi davranmaktaydı. Yaşlı adam, sadece karısının tuvalet zamanlarında; o da ev kokmasın diye, karısını lazımlığa oturtturuyor, çaresiz kadına hayatı zindan eden kemik ağrılarına aldırış bile etmeden, zavallı kadını dikkatsizce sağa- sola çeviriyordu. Bay Pilkington,gece olduğunda ise, kulaklarını çaresiz ihtiyarın yakarışlarına tıkıyor ve duygusuzca kendi odasında uyuyordu. Ölümünden iki gün önce, Bayan Pilkington, kocasıyla göz göze gelmişti. Ancak, bu kez hanımefendinin bakışlarında bir gariplik vardı. Çektiği onca acıya rağmen, kocasının duyarsızlığına tepki olarak O’ na kinle bakıyordu…

Cenaze töreni sonrasında, Bay Pilkington’un eve dönüşünde ilk işi, karısının lazımlıklı sandalyesini bodruma fırlatmak olmuştu. Daha sonra, sanki o gün hayat arkadaşını kaybeden kendisi değilmiş gibi, arkadaşlarıyla birahaneye gitmişlerdi. Yaşlı adam eve döndüğünde vakit gece yarısını bulmuştu. Çakırkeyifti, hafifçe sallanıyordu. Anahtarı bin bir güçlükle anahtar deliğine sokmuş ve kapıyı açabilmişti. El yordamıyla oturma odasının lambasını yakabildi. Yavaşça ikili koltuğa yaklaştı ve ağır bedeninini koltuğun üzerine bırakıverdi. Tam sızacakken, gözü, yemek masasının hemen yanında duran karısının lazımlıklı sandalyesine ilişti. O an, yüreği, tarifi imkansız bir korkuyla doldu. Bu bir yanılsama olmalıydı. Bugün cenaze dönüşü, bu meymenetsiz eşyayı, bodrumun en derinlerine fırlatan kendisi değil miydi ?.. Yavaşça yerinden kalktı ve sandalyeye yaklaştı. Korkudan bem beyaz kesilmiş yüzünü o an aynada görmüş olsaydı, hiç şüphe yok ki, korkudan oracıkta ölmesi işten bile değildi. Bay Pilkington, titreyen elleriyle tahta sandalyeye dokunduğunda O’ nun gerçek olduğunu fark etti. Panikledi ve sandalyeyi kaptığı gibi, onu sokaktaki çöp varilinin içine fırlattı ve daha sonra koşarak eve döndü. Sokak kapısını arkasından, üç defa kilitledi. O an, yaşlı adamın çakır keyifliğinden eser kalmamıştı. Pislik içindeki banyoya giderek elini yüzünü yıkayarak kendine gelmeye çalıştı ve sonrasında ses olsun diye açtığı televizyonun karşısında uyuyakaldı…

Sabahın etkisiyle, yaşananları bir çırpıda unutan, vefasız adam, tarlasında çalışmaya başladı. Akşamüstüne doğru işini bitirdiğinde hayli yorgundu. Gün yavaş yavaş akşama dönmeye başlamıştı. İhtiyar adam, eve döner dönmez, üstündeki kirli elbiselerle kendini kanepenin üzerine atmıştı. Uyandığında, gece 11 sularıydı. İhtiyar adam hafifçe göz kapaklarını kaldırdığında, önündeki manzara karşısında gördüklerine inanamıyordu. Aklını mı yitirmekteydi ?.. Karısının belki de, kendisinden hesap soran sandalyesi, dün geceki gibi, yine, yemek masasının hemen yanında durmaktaydı. Bay Pilkington, dehşet içinde yerinden fırlayarak, sandalyeyi yakaladığı gibi, onu evinin yanında bulunan Ford Kamyonetinin kasasına fırlattı. Peşi sıra, kendisi de kamyonetine atladı, ve daha sonra da, bu; insanın kanını donduran ve belki de Şeytan’ı çağırıştıran uğursuz sandalyeyi, beş mil öteye götürüp oralarda bir yerlerde bıraktı…

Yaşadığı kabus yüzünden artık her dakika bir şeylerden korkmaya başlayan adam, ertesi gece eve bir arkadaşıyla gelmişti. Bu kez, her şey yolunda gibiydi. Sandalye yoktu. Bay Pilkington biraz da olsa rahatlamış ve derin bir nefes almıştı. Fakat ondan sonraki gece, yaşlı adam eve döndüğünde, bu kez, oturma odasının lambasını yakmaya muvaffak olamamıştı, lambanın butonunu birisi ya da bir şey, adam, onu bulamasın diye yok etmiş olmalıydı. Tam o anda, bir gaz lambasının ışığı yavaşça büyüdü. Lambanın yüreklere korku salan ışığı altında, Bayan Pilkington’ un insanı dehşet içine bırakan kemikli zayıf yüzü ve sinsi gülüşü belirdi. Yaşlı kadının gözleri, bir kedinin gözlerinden çok daha parlaktı ve kocasına, dehşet veren bakışlarla bakmaktaydı. Kadının üzerinde oturduğu sandalye de, Bay Pilkington’ un, bir gece önce uzaklara bıraktığı ve ihtiyar kadının son günlerinde onun üzerinde korkunç acılar çektiği lazımlık sandalyesinden başka bir şey değildi. Çok kısa bir süre sonra, ihtiyar kadının yüzündeki organlar yer değiştirmeye başlamıştı; gözler, ağızla yer değiştirirken, Bayan Pilkington’un burnundan kanlar boşanmaya başlamıştı. Fakat, kadın bundan zerre kadar rahatsızlık duymuyordu zira o anda, belki de evrenin her yerinden işitilecek metalik sesiyle kahkahalar atıyordu. Ardından, ihtiyar kadının göz bebekleri kayboldu ve kadının gözlerinde tüyler ürperten beyazdan başka hiçbir renk görünmüyordu…

Bay Pilkington’un kalbi, bu dehşete artık daha fazla dayanamamıştı. Ve ihtiyar adam feci bir sonla hayata veda etmişti…

İki gün sonra, gelen doktor, bunun sıradan bir kalp krizi olduğuna karar vermişti. Polisler ise, otopsi yapacaklardı. Ancak, hiç şüphe yoktu ki, Onlar da bu esrar perdesini açığa çıkarmaya muvaffak olamayacaklardı…

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.