İhsan Eniştem ablamla birlikte Almanya'dan memleket hasretini söndürmek için Türkiye'ye gelmişti. Biz de aile olarak ertesi akşam onlara 'hoş geldiniz' demeye gitmiştik. Bir iki günlük ısınma turlarından sonra eniştem, geçen gün büromda beni ziyaret etti. Biraz gezelim diye düşünmüş. Büroda birer çay içtikten sonra beraber çıktık.

Otoparktan arabayı aldık ve yola koyulduk. Şehir merkezinden çıkmaya yakın 'nereye gidelim' sorusu gündeme geldi. Eniştem, günümüzün vazgeçilmezi internette bir alabalık tesisinin reklamını görmüş. Sanal dünyadan tanımış olduğumuz bir Bülent Öztürk Abimiz var. Bursa'nın lokantalarını tanıtma görevini kendine bir sorumluluk olarak üstlenmiş, bedelsiz olarak bir nevi amme hizmeti yapıyor. O 'nun Facebook üzerinde oluşturduğu 'Bursa'nın lezzet durakları' adlı gruptan, eniştemin Orhaneli Keles yolu üzerinde olduğunu söylediği tesisin adresini tespit ederek, biraz daha kendimizden emin yolumuza devam ettik.

Kentten uzaklaşıp Keles yoluna girdiğimizde büyükşehir stresini yavaş yavaş geride bırakmaya başlamıştık. Hatta birbirimizle esprili bir şekilde 'halen betonlaştırmadığımız çok yer var', 'yakında buraları da kapış kapış alıp, binaları dikerler', hatta ‘çoktan satın alınmıştır buralarda yalnızca bir kıvılcım bekliyordur alanlar' falan gibi sohbetler ettik. Kentten uzaklaştıkça da hakikaten keyiflenmeye başlamıştık. Sonbaharın güzelliğini, tarlalarda bahçelerde kalan son ürünleri, ağaçlarda kalan son meyveleri fark etmeye başladık. Elmaların hasat zamanlarının yavaş yavaş zamanı geçmişken, ayvaların da zamanlarının gelmiş olduğuna tanıklık ettik. Her zaman yiyoruz ama yeni sezon ayvayı yemeye yeni yeni başladık. Bu kafalarla daha ne ayvalar yeriz biz...

Gideceğimiz tesis Keles yolu üzerinde; Keles'e yaklaşık 10 km. kala mesafede eski Pınarcık Köyü, yeni Pınarcık Mahallesi 'ndeydi. Ben de artık yaş dönümü olarak eski kafa sayılırım; o yüzden köy tabirini kullanmak hoşuma gidiyor, anlatımımda da mahalle değil de köy diye ifade etmek istiyorum Pınarcık'tan bahsederken...

Bir süre sonra Pınarcık Köyü yoluna girdik. Hafif bir rampa tırmanışı ile ilk önce yıkık dökük taş bahçe duvarları karşıladı bizleri. Peşinden de bahçeli köy evleri... Yukarıya köy meydanına tırmandıktan sonra tabelaların yardımıyla ve en son bir köylüye sorarak alabalık tesisini bulduk.

Tesis biraz bakımsız. Köy yeri işte, çok da fazlasını arayacak durumumuz yok. Temiz mi, temiz... Boş ver gerisini, alışkınız zaten salaş yaşamaya...

İlk girişte şöyle güzelce bir Alabalık havuzlarını teftiş ettik, bizi gören Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı 'ndan geliyoruz sanacak. Oysa biz sadece alabalıklarla tanıştık. Haksız bir tanışıklık tabii ki... Birazdan yiyeceğiz içlerinden iki tanesini... Kısmet artık hangilerine denk gelirse...

Oturduk, siparişimizi verdik. Beklerken; etrafımızdaki ağaçları inceledik. Tam oturduğumuz masanın yanında belki de köye adını veren bir pınarcık akıyordu. Bana Karınca Dere'yi hatırlattı. Pınarın öte tarafında bahçeler vardı. Taze fasulye, barbunya, mısır, domates gibi ürünlerin ekili olduğu anlaşılan bahçeler... Pınarın her iki tarafında da elma, ayva, ceviz, fındık ve birkaç da orman ağaçları..

Balıkları beklerken, bizim taraftaki ceviz ağacı gözümüze takıldı. Kalkıp, altına düşmüş ceviz aramaya başladık, bir kaç tane de bulduk. Cevizler menüye dahil değildi ama gözlerinin yaşına bakmadan biz cevizleri götürdük. Allah affetsin artık, ne yapalım... 'Göz hakkı' deyip meşrulaştıralım yaptığımız işi...

Sonra güveçte alabalıklarımız geldi. Alabalıkların yanında garnitür olarak mantar, domates, yağ biberi, soğan, sarımsak kullanılmış. Büyük ihtimalle kullanılan malzemeler de kendi bahçelerinde veyahut da kendi köylerinde yetişmiş ürünler. Hakikaten ortamın salaşlığına göre güveçte garnitürlü alabalık çok güzeldi. Hatta alabalık yanında istemiş olduğumuz salata bile çok tatlı geldi. Bu tür bölgelerde oksijen oranının yüksekliği de sanki damak tadını etkiliyormuş gibi geliyor bana... Balıklarımızı yedikten sonra 'çay ikram ediyor musunuz' diye sorduk, çay ikramları yokmuş (!).. Biz de 'başka yerde içeriz' diye düşündük ve hesabımızı ödeyerek tesisten ayrıldık. Bu arada hesap da gerçekten komikti, iki kişilik bir yemek için cüzi bir rakamdı yani...

Tesisten ayrıldıktan sonra köy meydanına geldiğimizde köy kahvesini görünce, enişteme 'çayı burada içebiliriz, hemen karşısına park edelim istersen' dedim ve uygun gördü. Hemen köy kahvesinin karşısına aracımızı park ettik ve kahveye yöneldik. Girişte ben selam vererek, kahvede oturan beş altı kişi ile tokalaştım, bir yaşlı amca vardı onun da elini öptüm. 'Boş bir masaya oturalım' diyecektim ki yaşlı amca 'olmaz misafir gelmişsiniz bizim masamıza oturun' dedi. Biz de büyük sözü dinleriz ya, oturduk masaya...

Ben kendimizi tanıtarak, 'Bursa 'dan geliyoruz, eniştem Almanya 'dan misafir. Alabalık tesisini duymuş, geldik orada bir alabalık yedik, çay içmeye de buraya geldik' dedim. Daha sonra da 'e sizler köyde ne yapıyorsunuz' diye sordum. Oradan buradan derken, sohbet koyulaştı. Köyün gelmişi, geçmişi, nüfusu, nüfus yapısı, etnik yapısı, ekonomik yapısı... Maşallah her şeyi konuştuk.

Altı, yedi yüz yıllık bir köy...

Evlerin içinde dikkatimi çeken kerpiç, samanlık olarak kullanılan birinin haricinde öyle eski bir köy imajı veren bir yapı görmedim. Söylenene göre iki yüz yıl önce köy ceviz ağaçları ile meşhurmuş. Türkiye'de cevizin piyasasını Pınarcık Köyü belirliyormuş. Gel zaman git zaman, şu geçmiş otuz kırk yıla kadar devam eden ceviz işi İnegöl 'de kurulan Mobilya sanayinin cevizin ağacına vermiş olduğu güzel para ile son bulmuş.

Nasıl mı ? Nasıl olacak bizim köylüler koca koca ceviz ağaçlarının tamamını keserek mobilya sanayine satmışlar..

Ah Aziz Nesin ah... Sen ne yazardın be bu konuyu.

Daha sonra geçmiş on yıla kadar köylü çilek işine girmiş. Kendi öz çileğimizi ürettiği dönemde köy meydanından her Allah'ın günü üç dört TIR çilek sarıp Türkiye'nin her yerine gönderiyorlarmış. Anlattıklarına göre çilek sezonu boyunca köy, o halis yerli çileğimizin nefis kokusu ile yaşıyormuş. Fakat çilek işi de bitmiş.. Şimdi yediveren, yok on iki veren; İsrail'in o bir kullanımlık tohumlarıyla uğraş dur.. Ne yediğimiz belli de değil.

Köyde çoğunluk emekliymiş.

Çiftçi Bağ-kur’lu olabilir ya da neyse o kısmı aydınlatmadık. Köyün hane sayısı yüz yirmi civarındaymış. Gençlerin bir kısmı köydeymiş. Çoğunluğu, yine şehirde iş bulmak kolay diye düşündükleri için şehre yerleşmişler.

Kahvede sohbetimiz devem ederken öğrenci servisi geldi; hani şu meşhur taşımalı eğitim sistemi var ya, hah işte o...

Köylü genel olarak hayatından memnun...

Gelecekle ilgili herhangi bir düşünceleri yok...

Zaten olsa ceviz ağaçlarını kesmezler, yerli çilek üretimine son vermezlerdi diye düşünüyorum.

Siyasi konulara girmedim; sohbet ettiğimiz Mehmet Amca sanki hükümet yanlısı gibiydi... Konuşmaları biraz biraz o tarafa doğru meyilli idi. Genç kardeşimiz de din dersi öğretmeniymiş.

Yapmayın millet...

Gelin şu geleceğinize sahip çıkma olayını ciddiye alın.

Kendi ülkemizde ürün veren ceviz ağaçlarını bitirdikten sonra şimdi büyük ihtimalle ceviz ağacı kerestesi ithal ediyor olabiliriz. Bırak onu cevizin meyvesini de ihraç ediyoruz.

Ne güzel ya..!

Millette para yok huzur var...

Gerçi o laf 'para var, huzur var' olacak ama... E olacak o kadar...

'Olacak o kadar' deyince Levent Kırca'yı da analım... Memleket insanının durumunu memleket insanına komedi ile anlatmaya çalıştı ama anlatamadı adamcağız. Mekanı cennet olsun O'nun da, Aziz Nesin'in de...

Ceviz çok ilginç bir meyvedir.

Özüne ulaşma noktasında cevizin meyvesini insana benzetirler ki; Nazım Hikmet bile, 

“Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkında; ne sen bunun farkındasın, ne polisler farkında!..” derken belki de biraz daha ileriye gidip farkındalık yaratmak istiyordu.

Evet, büyük bir farkındalık...

Ben farkına vardım...

Neyin mi..?

Ceviz'in...

Biliyorsunuz yarısı beyne benzer...

Ceviz gümüş iyonu içerir ve gümüş iyonuna ihtiyacı olan tek organ da insan beynidir...

Ceviz içindeki gümüş iyonu şeklen bile adrese teslimdir...

Cevizi üreten sevgili köylüm, yemeyi de ihmal etmeseydi belki daha iyi olurdu...

Para lazım diye yüz yıllık ceviz ağacı satılır mı ya !..

Para lazım diye cevizin ekildiği tarla satılıyorsa ağacı da satılır vallahi...

Köylünün akla ihtiyacı yok, paraya ihtiyacı var...

Kentli sömürmeseydi, köylü de ceviz ağacını satmazdı herhalde...

Germeyeyim ortamı şimdi durup dururken...

Ve Mahzun Kırmızıgül'ün kardeşlik türküsündeki dizeleri ile bitireyim.

'Hepimiz kardeşiz, bu öfke ne diye.

Yaşamak dururken, bu kavga ne diye.

Dağlar oy oy, yollar oy oy...

Dağlar oy oy, yollar oy oy...

Kardeş oy oy...'

Şaka maka... Ceviz ağaçlarının ve çileklerin, dolayısıyla köylünün ve de kentlinin geleceğini belirleyen, gerçekten oy.. oy...

Ben mobilya sanayine satılmış olan yüz yıllık ceviz ağaçlarıyla kalacağım.

Lütfen sizler de sağlıcakla kalın...

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.
Avatar
ALİ KAYBAL 6 yıl önce

Üstadım güzel bir inceleme olmuş. Hatıralar canlanmış. Gerçekler yansımış. Ama hala geçmişten ders çıkarmanın yollarını bulamamışız. Bir çok Anadolu köylerinde aynı durum yaşanmaktadır. Bir gün herkes köyüne geri dönecek. Bir cevizin altına uzanıp da "Cevizin yaprağı narindir narin" türküsünü de söylemeyi öyle arzular olduk ki. kaleminize ve yüreğinize sağlık.